Translate
22 Aralık 2010 Çarşamba
► NOEL AĞACI NEDEN ÇAM AĞACIDIR?
21 Aralık 2010 Salı
► ZAMAN ALGISI
Aynı şekilde kişi, bir odaya kapısından girip sonra da odanın ortasındaki bir koltuğa oturan bir insanı gördüğünde, kıyas yapar. Gördüğü insan koltuğa oturduğu anda, onun kapıyı açması, odanın ortasına doğru yürümesi ile ilgili görüntüler, sadece beyinde yer alan bir bilgidir. Zaman algısı, koltuğa oturmakta olan insan ile bu bilgiler arasında kıyas yapılarak ortaya çıkar.
Ünlü fizikçi Julian Barbour, zamanın tarifini şöyle yapmaktadır: Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka birşey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler. (Tim Folger, "Buradan Sonsuzluğa", Discover, Aralık 2000, s. 54)
Kısacası zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın "ben otuz yaşındayım" demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir "an" ile muhatap olacaktır.
The End of Time (Zamanın Sonu) isimli kitabında zamansızlık ve sonsuzluk hakkındaki açıklamaları ile bilim dünyasında büyük yankı uyandıran fizikçi Julian Barbour, zamanın bir algı olmasının, birçok insan için kabullenilmesi zor bir gerçek olduğunu belirtmektedir. Discover dergisinde, Barbour ile yapılan bir röportajda zaman algısı için şu yorumlar yapılmaktadır:
Ben hala kabullenmekte zorlanıyorum" diyor (Barbour). Ancak, sağ duyu evreni anlamak için hiçbir zaman güvenilir bir yol gösterici olmadı-Copernicus Güneş'in Dünya çevresinde dönmediğini ilk söylediğinden beri fizikçiler algılarımızı şaşırttılar. Herşeye rağmen, Dünya 67,000 mil/saat hız ile boşlukta dönerken en ufak bir hareket bile hissetmiyoruz. Barbour zamanın geçtiğine dair hissimizin, "Düz Dünya Cemiyeti"nin (Flat Earth Society) batıl inancı kadar yanlış olduğunu iddia ediyor." (Tim Folger, "Buradan Sonsuzluğa", Discover, Aralık 2000, s.54)
Nobel ödüllü ünlü genetik profesörü ve düşünür François Jacob ise, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zamanın geriye akışı ile ilgili şunları anlatır: Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici işbirliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir. (François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayınları, 1996, s. 111)
Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için şu anda dünya
üstte anlatıldığı gibi işlememekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izafidir. Gerçekte zamanın nasıl aktığını ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi olduğunu gösterir.
Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi sayılan Einstein'ın ortaya koyduğu Genel Görecelik kuramı ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein adlı kitabında bu konuda şunları yazar:
Salt uzayla birlikte Einstein, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe akan şaşmaz ve değişmez bir evrensel zaman kavramını da bir yana bıraktı. Görecelik kuramını çevreleyen anlaşılmazlığın büyük bölümü, insanların zaman duygusunun da renk duygusu gibi bir algı biçimi olduğunu kabul etmek istemeyişinden doğuyor... Nasıl uzay maddi varlıkların olasılı bir sırası ise, zaman da olayların olasılı bir sırasıdır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur. (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980, s. 58.52-53)
Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır.
Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett'in belirttiği gibi "rengi ayırt edecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir" (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980,s. 58)
Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte herşey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür.
Bu örnek de göstermektedir ki zamanın akış hızıyla ilgili bilgimiz, sadece algılayana göre değişen referanslara dayanmaktadır. Zamanın göreceliği, bilimsel yöntemle de ortaya konmuş somut bir gerçektir. Einstein'ın Genel Görecelik kuramı ortaya koymaktadır ki zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine uzaklığına göre değişmektedir. Hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır daha yavaş işleyerek sanki "durma" noktasına yaklaşmaktadır.
24 Haziran 2010 Perşembe
► DÜNYANIN EN POPÜLER SPORU: 4700 YILLIK 'AYAK TOPU'
Rusya'da oynanan erken dönem futbol 'Balispiel' diye anılırdı. Fransa'nın 'ateşli' futbolu ise 'La Soule' adını taşırdı. 'Pallone' ve 'Knappen' Ortaçağ'da Almanya'nın popüler futbolu idi. 16. Yüzyıl'da Güney ve Orta Amerika'da futbol, Tlatchi' adıyla bilinirdi. Amerika yerlilerinin futbolu, ‘Pasuckuakohowog' (ayakla top oynamak için onlar bir araya geldiler) diye adlandırılır; Alaska ve Kanada'daki Eskimolar ise futbola 'Aqsaqtuk' (buz üstünde futbol) adını verirlerdi.
Bugünkü futbola benzer ilk oyunun M. Ö. 2700!lü yıllarda "t'su chu" adıyla Çin'de ortaya çıktığı ileri sürülür. Bu konudaki ilk ipucu, Çin'in efsanevi Sarı İmparator'unu konu alan anonim bir biyografide, imparatorun, "savaşçıların t'su chu ile eğitilmeleri" emrini vermesine ilişkindir.
T'su chu'nun Çin'de ne kadar yaygınlaştığını bilmiyoruz. Ancak daha çok törensel bir olay olarak kaldığı anlaşılmaktadır. Bazı araştırmacılar t'su chu'nun M. S. 7. Yüzyıl'da Japonya'da gelişen 'kemari'nin atası olduğunu ileri sürerler. Kemari de söylenceye göre, Marko Polo aracılığıyla İtalya'ya geçmiş ve İtalyan futbolu 'calcio'ya hayat vermiştir. Ancak bu iddiaları destekleyecek güçlü kanıtlar yoktur.
Erken dönemde Avrupa'da oynanan futbolun kurallarına dair yazılı belgeler çok azdır. Anlaşıldığı kadarıyla antik dönem insanları bu oyunları oynamakla yetinmişler, bunları yazıya geçirme ihtiyacı hissetmemişlerdir.
Harpaston oyununun M. Ö, 2. Yüzyıl'da 'Harpastum' adıyla Roma'ya geçtiği bilinir. Roma İmparatoru Neron'un 'zevk danışmanı' Petronius Arbiter'in ünlü yapıtı Satyricon'da Trimalchio adlı kahramanın yaptığı bir harpastum maçı anlatılır.
Aslında Romalılar bu dönemde, topla oynanan birçok oyun geliştirirler. Bunlara nedense, özel adlar verilmemiştir. Zaten bu oyunların türünü, tarzını adlarından da pek anlayamayız. En iyi bilinen Roma oyunları; 'ExpuIsİm ludere', 'Trisagon', 'Phaininda', 'Oirania' adlarını taşırlar. Romalıların daha sonra bu oyunları istilacı orduları aracılığıyla Avrupa'nın her yerine götürdükleri anlaşılmaktadır.
İngiltere'ye futbolu, Roma İmparatoru Marcus Aurelius döneminde (M. S. 161–180) Britanya Adası'na ayak basan Roma lejyonlarının getirdiği anlaşılmaktadır. Yani Romalılar 'Ada'yı egemenlikleri altına alarak Britonların gururlarını kırarken, bilmeden onlara binlerce yıl büyük bir coşkuyla sevecekleri bir sporu da armağan etmişlerdir. Futbolun İngiltere'deki ilk yıllarına dair ayrıntılı bilgilere henüz sahip değiliz. Bildiğimiz, futbol maçlarının festivallerde ve dinsel kutlamalarda oynandığıdır.
14. Yüzyıl'a ilişkin belgeler bize İngiltere'deki futbola ilişkin net bilgiler veriyor. Bu dönemde futbol, birbirine komşu köylerdeki 'güruhların' oynadığı; takımların yüzlerce hatta binlerce kişiden oluştuğu; oyun sahasının tüm köy ya da köyler arasındaki millerce mesafelik alanlar olduğu ve belirli kurallara da¬yanmayan oyunlardı.
Oyunlar köylerden şehirlere doğru yayıldığında, birbirine rakip loncaların çırakları arasındaki kavgalar öylesine çığırından çıkmış olmalıdır ki 1314 yılında, futbol maçlarının Londra Belediye Başkam Nicholas Farndon tarafından yasaklandığını görürüz. Yasağın işe yaramadığı, çok az kişinin hapse atıldığı bilinmektedir. Ancak yasakların ardı arkası kesilmeyecektir.
Nihayet 1680'de II. Charles futbolu himayesine alacak ve İngiliz sömürgeciler ve göçmenler sayesinde, Amerika'dan Pasifik Adaları'na, Kanada'dan Avustralya’ya kadar her yerde futbolla karşılaşmak mümkün olacaktır. Örneğin Amerika'nın ilk futbol takımı 1609'da Virginia eyaletinde kurulmuştur.
İngiltere'de futbol çılgınlığı bütün hızıyla devam ederken, Kara Avrupa’sında neler olmaktadır?
İtalyanca'da 'tekme' anlamına gelen 'calcio', adından da anlaşılacağı gibi, bir çeşit ayak topudur. Ancak 'Calcio'nun modern anlamdaki futboldan çok, bugünkü Amerikan Futbolu'na benzediği anlaşılmaktadır.
İngiltere'de 1750'lerde başlayan Sanayi Devrimi'yle futbol, köylü gençlerin geniş alanlarda oynadığı kuralsız bir oyun olmaktan çıkacaktı.
Bu dönemde futbolun günümüzdeki biçimine kavuşmasını daha çok İngiltere'deki halk okullarına ve üniversitelere borçluyuz. 1800'lü yıllara gelindiğinde, futbolun esas olarak üç yerde oynandığını görüyoruz: Halk okulları, üniversiteler ve sokaklar.
Birincisi, bildiğimiz ayak futbolu olan 'soccer', ikincisi ise 1823'ten itibaren gelişen ve topun elle tutulmasına ve oyuncunun engellenmesine izin veren, adını da Rugby Okulu'ndan alan 'rugby'dir.
'Soccer' adı da Oxford öğrencilerinin sözcükleri kısaltma geleneğinden kaynaklanır. Soccer, 'association' ya da 'association rules' sözcüğündeki 'soc' hecesinin arkasına, bir işle uğraşan anlamı veren 'er' takısı eklenerek türetilmiş bir sözcüktür. Nitekim tüm futbol tarihi, bu iki tip oyunun birbirinden ayrışmasının tarihidir. Bu ayrışma 19. Yüzyıl'ın ortalarında tamamlanmış, 'ayak topu' anlamına gelen 'futbolun kuralları yeniden tanımlanmış ve futbol kulüpleri kurulmaya başlanmıştır.
1880'lere gelindiğinde, İngiltere'de futbolun, orta sınıftan ziyade işçi sınıfının en önemli eğlencesi olduğu görülür. Artık şehirlerarası, bölgeler arası ya da Özel kulüpler arası maçlar olağan hale gelmiştir.
Bu başarıdan hemen sonra 1883 yılında, İngilizlere pek sempati duymadıkları bilinen İskoçların kendi liglerini kurmaları, şaşırtıcı olmayacaktır.
Bilinen ilk modern futbol kuralları, Cambridge Üniversitesi öğrencileri tarafından konulmuştur. Ancak 1829'da Derby kentinde yapılan futbol maçını seyreden bir Fransız'ın, "Eğer bu oyunun adı futbolsa, dövüş dedikleri şey ne olsa gerek?" demesinden de anlaşıldığı gibi, kuralların konması, futbola İngiliz centilmenliğini' getirmeyi henüz başaramamış durumdadır. Nitekim 1841'de Londra sokaklarında yaşanan futbol gerginliklerinden dolayı, bir kez daha bu sporun yasaklanması söz konusu olacaktır. Fakat bu yasak uzun sürmeyecek ve 1855'te üniversite ve okul takımlarından ayrı ilk profesyonel futbol kulübü olan "Sheffield United FC" –bugünkü Sheffield Wednesday değil– kurulacaktır.
17 Mart 2010 Çarşamba
► KİBRİTİN BULUNUŞU VE TARİHİ GELİŞİMİ
1827'de John Walker adlı bir İngiliz kimyacı, bir tahta çubuğun ucunu çeşitli kimyasallarla kaplayıp kuruttuktan sonra, çubuğun herhangi bir yüzeye sürtülmesiyle ateşin ortaya çıktığı keşfetti. Walker'ın kullandığı kimyasallar da antimon sülfür, potasyum klorat, zamk (gum) ve nişastaydı. İcadı da Türkçeye sürtünme kibriti olarak çevireceğimiz (friction matches) kibrit çeşidiydi.
1889'da Joshua Pusey, ilk kibrit kutusunu icat edip patentini almış, 1896'da patentini Diamond Match Company'ye 4000 dolar ve bir iş karşılığında satmıştır.
9 Mart 2010 Salı
► 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
Kadınlar Günü’nün Tarihçesi
8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı.
26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.
İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı ve değişen tarihlerde fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda gerçekleşti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde de anmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti. Birleşmiş Milletler'in sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York'ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır.
Kaynak: Wikipedia