Translate

22 Aralık 2010 Çarşamba

► NOEL AĞACI NEDEN ÇAM AĞACIDIR?

Yılbaşı günlerinde, evin bir köşesinde, minik bir çam ağacı bulundurmak ve onu süslemek adetinin kökeninin Almanya olduğu ileri sürülür. Almanların ‘cennet ağacı’ adını verdikleri ve Adem ile Havva’nın gizemli hikayesine dayanarak üzerini elmalarla donattıkları ağaç köknardı. 15. yüzyıldan sonra bu ağaçlara sadece meyve değil ekmek, bisküvi gibi yiyecekler de asılmaya başlanmış, Protestanlığın yayılması ile birlikte bunlara yanan mumlar da eklenmiştir. Adet Avrupa’ya yayılırken aynı zamanda göçmenler tarafından Amerika’ya da taşınmıştır. Aslında ağaçların ruhani törenlerde önemli bir sembol olarak yer alması adeti çok eskilere, Hıristiyanlık öncesi zamanlara, hatta putlara ve doğaya tapınıldığı zamanlardaki Mısır ve Çin uygarlıklarına kadar uzanır. O devirlerde doğanın yeşilliği ve ağaçlar sonsuz hayatın sembolleriydiler. Benzer şekilde Kuzey Avrupa ülkelerinde de yine Hıristiyanlıktan çok daha önceki zamanlarda ağaçlar ruhani bakımdan kutsal kabul ediliyorlardı. Kuzey Avrupa’da kış aylarında sadece bir kaç saat süren gündüzler 21 Aralık’tan itibaren uzamaya başlarlar. Uzun karanlık günlerin bittiğinin, gittikçe daha aydınlık günlerin geleceğinin müjdesi olan Aralık ayının bu günleri de törenlerle karşılanırdı. Bu adet Avrupa’da güneye indikçe değişerek yayıldı. Romalılar zamanında takvimin başlangıcının, dünyanın yaratıldığı ay olduğuna inanılan ve tabiatın canlanmasının müjdecisi olan Mart ayından Ocak ayına kaydırılması ile kutlanacak tarihler konusunda kafalar iyice karıştı. Zamanla Kuzey Avrupa ülkelerinin ‘karanlığın bitişi’ ayin ve kutlamaları, Hıristiyan dünyasınca Hz. İsa’nın doğum günü kabul edilerek -ki bu kesin değildir- Noel kutlamalarına dönüştürüldü. Bu arada ağaçlar, özellikle çam ağaçları bu kutlamanın simgesi olmaya devam ettiler. Her ne kadar yılbaşı günlerinde bir çam ağacının süslenmesi tüm dünyada adet olduysa da bu günün dini bakımdan bir özelliği yoktur. Dünyanın Güneş etrafındaki bir turunu tamamladığı coğrafi bir konumdur. Uygarlık ve teknolojinin ilerlemesi ile çam ağacı üzerindeki mumların yerlerini yanıp sönen minik renkli ampuller, elma, ekmek ve bisküvinin yerini rengarenk süsler aldı. Günümüz insanı ağaçlara tapmamasına rağmen onların kıymetini daha iyi biliyor. Bir kaç günlük eğlence için çam ağaçlarını kesmiyor, plastik taklitlerini kullanıyor. 

21 Aralık 2010 Salı

► ZAMAN ALGISI

Zaman dediğimiz algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Masaya elimizle vurduğumuzda, masadan belirli bir ses çıkar. Aynı masaya 10 saniye sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye "zaman" der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır.

Aynı şekilde kişi, bir odaya kapısından girip sonra da odanın ortasındaki bir koltuğa oturan bir insanı gördüğünde, kıyas yapar. Gördüğü insan koltuğa oturduğu anda, onun kapıyı açması, odanın ortasına doğru yürümesi ile ilgili görüntüler, sadece beyinde yer alan bir bilgidir. Zaman algısı, koltuğa oturmakta olan insan ile bu bilgiler arasında kıyas yapılarak ortaya çıkar.

Ünlü fizikçi Julian Barbour, zamanın tarifini şöyle yapmaktadır: Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka birşey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler. (Tim Folger, "Buradan Sonsuzluğa", Discover, Aralık 2000, s. 54)

Kısacası zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın "ben otuz yaşındayım" demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir "an" ile muhatap olacaktır.

The End of Time (Zamanın Sonu) isimli kitabında zamansızlık ve sonsuzluk hakkındaki açıklamaları ile bilim dünyasında büyük yankı uyandıran fizikçi Julian Barbour, zamanın bir algı olmasının, birçok insan için kabullenilmesi zor bir gerçek olduğunu belirtmektedir. Discover dergisinde, Barbour ile yapılan bir röportajda zaman algısı için şu yorumlar yapılmaktadır:

Ben hala kabullenmekte zorlanıyorum" diyor (Barbour). Ancak, sağ duyu evreni anlamak için hiçbir zaman güvenilir bir yol gösterici olmadı-Copernicus Güneş'in Dünya çevresinde dönmediğini ilk söylediğinden beri fizikçiler algılarımızı şaşırttılar. Herşeye rağmen, Dünya 67,000 mil/saat hız ile boşlukta dönerken en ufak bir hareket bile hissetmiyoruz. Barbour zamanın geçtiğine dair hissimizin, "Düz Dünya Cemiyeti"nin (Flat Earth Society) batıl inancı kadar yanlış olduğunu iddia ediyor." (Tim Folger, "Buradan Sonsuzluğa", Discover, Aralık 2000, s.54)

Nobel ödüllü ünlü genetik profesörü ve düşünür François Jacob ise, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zamanın geriye akışı ile ilgili şunları anlatır: Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici işbirliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir. (François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayınları, 1996, s. 111)

Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için şu anda dünya
üstte anlatıldığı gibi işlememekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izafidir. Gerçekte zamanın nasıl aktığını ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi olduğunu gösterir.

Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi sayılan Einstein'ın ortaya koyduğu Genel Görecelik kuramı ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein adlı kitabında bu konuda şunları yazar:

Salt uzayla birlikte Einstein, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe akan şaşmaz ve değişmez bir evrensel zaman kavramını da bir yana bıraktı. Görecelik kuramını çevreleyen anlaşılmazlığın büyük bölümü, insanların zaman duygusunun da renk duygusu gibi bir algı biçimi olduğunu kabul etmek istemeyişinden doğuyor... Nasıl uzay maddi varlıkların olasılı bir sırası ise, zaman da olayların olasılı bir sırasıdır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur. (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980, s. 58.52-53)

Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır.

Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett'in belirttiği gibi "rengi ayırt edecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir" (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980,s. 58)

Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte herşey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür.

Konuyu biraz daha açıklamak için bir örnek üzerinde düşünelim. Özel olarak dizayn edilmiş tek pencereli bir odada oturup, burada belirli bir süre geçirdiğimizi düşünelim. Odada geçen zamanı görebileceğimiz bir de saat bulunsun. Aynı zamanda odanın penceresinden güneşin belirli aralıklarla doğup-battığını görelim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, o odada ne kadar kaldığımız sorulduğunda vereceğimiz cevap; hem zaman zaman saate bakarak edindiğimiz bilgi, hem de güneşin kaç kere doğup battığına bağlı olarak yaptığımız hesaptır. Örneğin, odada üç gün kaldığımızı hesaplarız. Ama eğer bizi bu odaya koyan kişi bize gelir de, "aslında sen bu odada iki gün kaldın" derse ve pencerede gördüğümüz güneşin aslında suni olarak oluşturulduğunu, odadaki saatin de özellikle hızlı işletildiğini söylerse, bu durumda yaptığımız hesabın hiçbir anlamı kalmaz.

Bu örnek de göstermektedir ki zamanın akış hızıyla ilgili bilgimiz, sadece algılayana göre değişen referanslara dayanmaktadır. Zamanın göreceliği, bilimsel yöntemle de ortaya konmuş somut bir gerçektir. Einstein'ın Genel Görecelik kuramı ortaya koymaktadır ki zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine uzaklığına göre değişmektedir. Hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır daha yavaş işleyerek sanki "durma" noktasına yaklaşmaktadır.

Bunu Einstein'ın bir örneği ile açıklayalım. Bu örneğe göre aynı yaştaki ikizlerden biri Dünya'da kalırken, diğeri ışık hızına yakın bir hızda uzay yolcuğuna çıkar. Uzaya çıkan kişi, geri döndüğünde ikiz kardeşini kendisinden çok daha yaşlı bulacaktır. Bunun nedeni uzayda seyahat eden kardeş için zamanın daha yavaş akmasıdır. Aynı örnek bir baba ve oğul için de düşünülebilir; "eğer babanın yaşı 27, oğlunun yaşı 3 olsa, 30 dünya senesi sonra baba dünyaya döndüğünde oğul 33 yaşında, baba ise 30 yaşında olacaktır." (Paul Strathern, Einstein ve Görelilik Kuramı, Gendaş Yayınları, 1997, s. 57)

Zamanın izafi oluşu, saatlerin yavaşlaması veya hızlanmasından değil; tüm maddesel sistemin atom altı seviyesindeki parçacıklara kadar farklı hızlarda çalışmasından ileri gelir. Zamanın kısaldığı böyle bir ortamda insan vücudundaki kalp atışları, hücre bölünmesi, beyin faaliyetleri gibi işlemler daha ağır işlemektedir. Kişi zamanın yavaşlamasını hiç fark etmeden günlük yaşamını sürdürür.

24 Haziran 2010 Perşembe

► DÜNYANIN EN POPÜLER SPORU: 4700 YILLIK 'AYAK TOPU'

Yirminci Yüzyıl, futbolun bir 'endüstri' oluşturduğu dönemdir. Tribünlere ve televizyon izleyicilerine yönelik milyarlarca dolarlık bir 'Pazar' söz konusudur. Ama bu noktaya, tarih boyunca, çok farklı yollardan gelinmiştir.
Yıldızı 20. Yüzyıl'da parlayan futbolun anavatanını belirlemek, oldukça zordur. Bilimsel araştırmalar, dünyanın hemen her yerinde, benzer zamanlarda, benzer top oyunlarının oynandığını göstermektedir.
Kuralları ve türü değişse de bir topun peşinde
Bu oyunlar bazen küçük takımlarla, bazen binlerce kişinin katıldığı yığınsal bir biçimde; bazen daire, bazen dikdörtgen bir alan içinde; bazen hayvan ya da insan kafatası, bir Hindistan cevizi, bir domuzun idrar torbasıyla; bazen topa sadece ayakla ya da hem ayakla hem de elle dokunmak suretiyle oynanmıştır.
Sonuçta, futbolu keşfetmek, hiçbir kültür için zor olmasa gerekti; bu yüzden futbolun anavatanından çok, hangi coğrafyada kurumsallaştığını kitlelere mal olduğunu ve giderek 'seyirlik' bir hale geldiğini araş¬tırmak daha akıllıcadır.
Futbolun adı neydi?
Rusya'da oynanan erken dönem futbol 'Balispiel' diye anılırdı. Fransa'nın 'ateşli' futbolu ise 'La Soule' adını taşırdı. 'Pallone' ve 'Knappen' Ortaçağ'da Almanya'nın popüler futbolu idi. 16. Yüzyıl'da Güney ve Orta Amerika'da futbol, Tlatchi' adıyla bilinirdi. Amerika yerlilerinin futbolu, ‘Pasuckuakohowog' (ayakla top oynamak için onlar bir araya geldiler) diye adlandırılır; Alaska ve Kanada'daki Eskimolar ise futbola 'Aqsaqtuk' (buz üstünde futbol) adını verirlerdi.
Çin futbolu “t'su chu”
Bugünkü futbola benzer ilk oyunun M. Ö. 2700!lü yıllarda "t'su chu" adıyla Çin'de ortaya çıktığı ileri sürülür. Bu konudaki ilk ipucu, Çin'in efsanevi Sarı İmparator'unu konu alan anonim bir biyografide, imparatorun, "savaşçıların t'su chu ile eğitilmeleri" emrini vermesine ilişkindir.
M. Ö. 2697 tarihini taşıyan bu biyografide, oyunun nasıl oynandığı hakkında yeterli açıklama olmamasından dolayı, bu iddiayı abartılı bulan bir kısım araştırmacı ise t'su chu tarihini 'Savaşan Devletler' dönemine, yani M. Ö. 475–221 yıllarına dayandırır.
Çin’den Japonya’ya, Japonya’dan İtalya’ya mı?
T'su chu'nun Çin'de ne kadar yaygınlaştığını bilmiyoruz. Ancak daha çok törensel bir olay olarak kaldığı anlaşılmaktadır. Bazı araştırmacılar t'su chu'nun M. S. 7. Yüzyıl'da Japonya'da gelişen 'kemari'nin atası olduğunu ileri sürerler. Kemari de söylenceye göre, Marko Polo aracılığıyla İtalya'ya geçmiş ve İtalyan futbolu 'calcio'ya hayat vermiştir. Ancak bu iddiaları destekleyecek güçlü kanıtlar yoktur.
Antik dönem oyunları
Erken dönemde Avrupa'da oynanan futbolun kurallarına dair yazılı belgeler çok azdır. Anlaşıldığı kadarıyla antik dönem insanları bu oyunları oynamakla yetinmişler, bunları yazıya geçirme ihtiyacı hissetmemişlerdir.
Bugüne kadar bu oyunların oynandığı alanlara ilişkin hiçbir arkeolojik bulguya da rastlanmamıştır. Bilgilerin çoğu bazı duvar resimlerine ve seramik desenlerine, kimi edebi yapıtlara dayanır. Bu bilgi kırıntıları bir araya getirildiğinde, antik dönemde Yunanistan'da 'episkyros' ya da 'harpaston' adıyla bilinen ve domuzun idrar torbasının kıl ya da tüyle doldurulmasından elde edilmiş bir topla, daire şeklindeki sahada oynanan bir oyundan söz edilebilir.
Anlaşıldığına göre bu oyun, özellikle Spartalı askerlerin eğitimlerinde önemli bir rol oynuyordu. 'Harpaston'da topa hem ayakla hem de elle müdahale etmek mümkün olduğu için, bugünkü futbolla rugby karışımı bir oyundan söz etmek, daha doğru olur.
Avrupa'ya yayılıyor
Harpaston oyununun M. Ö, 2. Yüzyıl'da 'Harpastum' adıyla Roma'ya geçtiği bilinir. Roma İmparatoru Neron'un 'zevk danışmanı' Petronius Arbiter'in ünlü yapıtı Satyricon'da Trimalchio adlı kahramanın yaptığı bir harpastum maçı anlatılır.
Buradan Öğrendiğimize göre, Romalı aristokratlar, harpastum maçlarında esas olarak eğlenme amacı güderler. Serbest kıyafetlerle, ayaklarda sandaletlerle rahat bir atmosfer içinde yapılan maçlarda aristokrat ve kölelerden oluşan 20-30 kişilik takımlar yer alır.
Roma oyunları
Aslında Romalılar bu dönemde, topla oynanan birçok oyun geliştirirler. Bunlara nedense, özel adlar verilmemiştir. Zaten bu oyunların türünü, tarzını adlarından da pek anlayamayız. En iyi bilinen Roma oyunları; 'ExpuIsİm ludere', 'Trisagon', 'Phaininda', 'Oirania' adlarını taşırlar. Romalıların daha sonra bu oyunları istilacı orduları aracılığıyla Avrupa'nın her yerine götürdükleri anlaşılmaktadır.
İngiltere'ye futbolu, Romalılar götürdü
İngiltere'ye futbolu, Roma İmparatoru Marcus Aurelius döneminde (M. S. 161–180) Britanya Adası'na ayak basan Roma lejyonlarının getirdiği anlaşılmaktadır. Yani Romalılar 'Ada'yı egemenlikleri altına alarak Britonların gururlarını kırarken, bilmeden onlara binlerce yıl büyük bir coşkuyla sevecekleri bir sporu da armağan etmişlerdir. Futbolun İngiltere'deki ilk yıllarına dair ayrıntılı bilgilere henüz sahip değiliz. Bildiğimiz, futbol maçlarının festivallerde ve dinsel kutlamalarda oynandığıdır.
Bunların en önemlisi Shrove Tide (Tövbe Salısı) Yortusu'dur. Rivayete göre, Paskalya'dan önceki Büyük Perhiz'in ilk çarşambası olan 'Ash Wednesday'den (Küllenme Çarşambası) önceki gün, 'Aslıbourne' ve 'Derby' diye anılan yerde yapılan eğlencelerde, istilacı Roma ordularına karşı 217 yılında kazanılan zaferin yıldönümü, ironik bir biçimde Romalıların 'Ada' halkına armağanı olan futbol maçlarıyla kutlanırdı.
Kanlı karşılaşmalar
14. Yüzyıl'a ilişkin belgeler bize İngiltere'deki futbola ilişkin net bilgiler veriyor. Bu dönemde futbol, birbirine komşu köylerdeki 'güruhların' oynadığı; takımların yüzlerce hatta binlerce kişiden oluştuğu; oyun sahasının tüm köy ya da köyler arasındaki millerce mesafelik alanlar olduğu ve belirli kurallara da¬yanmayan oyunlardı.
Yasaklanan spor
Oyunlar köylerden şehirlere doğru yayıldığında, birbirine rakip loncaların çırakları arasındaki kavgalar öylesine çığırından çıkmış olmalıdır ki 1314 yılında, futbol maçlarının Londra Belediye Başkam Nicholas Farndon tarafından yasaklandığını görürüz. Yasağın işe yaramadığı, çok az kişinin hapse atıldığı bilinmektedir. Ancak yasakların ardı arkası kesilmeyecektir.
Amerika'nın ilk futbol takımı 1609'da Virginia eyaletinde kurulmuştur
Nihayet 1680'de II. Charles futbolu himayesine alacak ve İngiliz sömürgeciler ve göçmenler sayesinde, Amerika'dan Pasifik Adaları'na, Kanada'dan Avustralya’ya kadar her yerde futbolla karşılaşmak mümkün olacaktır. Örneğin Amerika'nın ilk futbol takımı 1609'da Virginia eyaletinde kurulmuştur.
İtalya da Calcio’nun ortaya çıkışı
İngiltere'de futbol çılgınlığı bütün hızıyla devam ederken, Kara Avrupa’sında neler olmaktadır?
Anlaşıldığı kadarıyla Avrupa'da büyük bir futbol tutkusu henüz yoktur. 11. yüzyılda Fransa'nın Normandiya ve Brotanya bölgelerinde futbol türü oyunlar oynandığına dair kaynaklar vardır; fakat bunların hem sayısı çok azdır hem de yeterince açıklama içermezler.
Daha güneyde, İtalya'da, günümüzdeki futbola çok benzeyen bir oyun olan Calcio'nun ortaya çıkışı ise ancak 16. Yüzyıl'da olacaktır, İtalya'nın Floransa kentindeki Piazza della Novere'de ya da Piazza di Santa Croce'de oynanan Calcio maçları, aralarında tatlı bir rekabet olan aristokrat aileler arasında gerçekleşmekteydi.
Maçların 6 Ocak'taki Epiphany (Haçın Suya Atılması) Yortusu'yla Paskalya'dan önceki Büyük Perhiz arasındaki her gece oynandığı kaydedilir. Oyunlar daha sonra, başta Venedik olmak üzere, diğer İtalyan kentlerine de yayılır.
Calcio adı İtalyan Futbol Federasyonunda varlığını sürdürüyor
İtalyanca'da 'tekme' anlamına gelen 'calcio', adından da anlaşılacağı gibi, bir çeşit ayak topudur. Ancak 'Calcio'nun modern anlamdaki futboldan çok, bugünkü Amerikan Futbolu'na benzediği anlaşılmaktadır.
Oyunda bol bol atlamak, vücut çalımı atmak ve topu taşıyan hasımları elle ya da vücutla durdurmak söz konusuydu.
Bugün 'calcio' adı 1898'de Torino kentinde kurulan İtalyan Futbol Federasyonu'nun isminde (Federazione Italiana Giuoco Calcio) varlığını sürdürmektedir. Ayrıca halen İtalya'daki bazı festivallerde turistik amaçlarla Calcio oynanır.
Taşradan modern futbola doğru
İngiltere'de 1750'lerde başlayan Sanayi Devrimi'yle futbol, köylü gençlerin geniş alanlarda oynadığı kuralsız bir oyun olmaktan çıkacaktı.
Dokuma atölyelerinde işçi olarak çalışmaya başlayan köylü çocukları, kentlerin dar sokaklarında boy göstermeye başladılar.
Dönemin bazı resimlerinde, futbol oynayan güruhların arasında, iyi giyimli beylerden çıraklara, asillerden banka memurlarına kadar, herkesin neşe içinde top peşinde koştuğunu görmek ilginçtir.
Yolların ve taşımacılığın gelişmesi, futbol oyunlarının köylerin dışında yapılmasını mümkün kılması, futbolu tüm İngiltere'ye yaymaya başladı.
Bu dönemde futbol artık yalnızca köylülerin değil, kentlerde yaşayan orta sınıfın da önemli eğlencelerinden birisiydi. Üstelik yalnızca yaygın bir spor değil, aynı zamanda saygın bir uğraştı da…
Futbol, okullarda ve üniversitelerde kurumsallaşmaya başlıyor
Bu dönemde futbolun günümüzdeki biçimine kavuşmasını daha çok İngiltere'deki halk okullarına ve üniversitelere borçluyuz. 1800'lü yıllara gelindiğinde, futbolun esas olarak üç yerde oynandığını görüyoruz: Halk okulları, üniversiteler ve sokaklar.
Bu üç ayrı alanda gelişen futbolun tek bir kanala akıtılmasında, başrolü Rugby, Eton, Harrow, Oxford, Cambridge, Shrewsbury, Charterhouse, Westminister, Winchester kolejleri sağlamıştır.
Başlangıçta bu özel okullarda iki tip futbol oyunu oynanıyordu
Birincisi, bildiğimiz ayak futbolu olan 'soccer', ikincisi ise 1823'ten itibaren gelişen ve topun elle tutulmasına ve oyuncunun engellenmesine izin veren, adını da Rugby Okulu'ndan alan 'rugby'dir.
Kurallar tanımlanıyor
'Soccer' adı da Oxford öğrencilerinin sözcükleri kısaltma geleneğinden kaynaklanır. Soccer, 'association' ya da 'association rules' sözcüğündeki 'soc' hecesinin arkasına, bir işle uğraşan anlamı veren 'er' takısı eklenerek türetilmiş bir sözcüktür. Nitekim tüm futbol tarihi, bu iki tip oyunun birbirinden ayrışmasının tarihidir. Bu ayrışma 19. Yüzyıl'ın ortalarında tamamlanmış, 'ayak topu' anlamına gelen 'futbolun kuralları yeniden tanımlanmış ve futbol kulüpleri kurulmaya başlanmıştır.
İngiltere’de İşçi sınıfının en önemli eğlencesi futboldu
1880'lere gelindiğinde, İngiltere'de futbolun, orta sınıftan ziyade işçi sınıfının en önemli eğlencesi olduğu görülür. Artık şehirlerarası, bölgeler arası ya da Özel kulüpler arası maçlar olağan hale gelmiştir.
Popülerlik arttıkça işin örgütlenmesi de hızlanmış ve 1881'de 'İngiltere Futbol Ligi' kurulmuştur. Ancak düzenli maçlar ilk kez 8 Eylül 1888'de 'İngiltere Futbol Ligi' adı altında, 12 takımın katılımıyla yapılacaktır. Bu ilk ligin tartışmasız galibi, İskoçlardan oluşan 'Preston North End' takımıdır. Takım, 'Yenilmezler' unvanını gerçekten hak etmiştir; çünkü sadece bu ilk ligin flamasını, tek bir maç bile kaybetmeksizin kazanmakla kalmamış, aynı zamanda Futbol Federasyonu'nun kupasını da tek bir gol yemeden kazanarak 'duble' yapmıştır.
Milli ligler kuruluyor
Bu başarıdan hemen sonra 1883 yılında, İngilizlere pek sempati duymadıkları bilinen İskoçların kendi liglerini kurmaları, şaşırtıcı olmayacaktır.
Yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Galler Bölgesi, kendi futbol organizasyonlarına, liglerine ve kupalarına sahip olmanın gururunu yaşamaktadırlar. Uzun bir süre dünyanın başka hiçbir yerinde 'Birleşik Krallık'taki gibi ciddi maçlar yapılmayacaktır. Bu yüzden de İngiltere Adası'nın futbolun anavatanı unvanını hak ettiğini söylemek, abartılı olmaz.
İlk modern kurallar İngiltere'den
Bilinen ilk modern futbol kuralları, Cambridge Üniversitesi öğrencileri tarafından konulmuştur. Ancak 1829'da Derby kentinde yapılan futbol maçını seyreden bir Fransız'ın, "Eğer bu oyunun adı futbolsa, dövüş dedikleri şey ne olsa gerek?" demesinden de anlaşıldığı gibi, kuralların konması, futbola İngiliz centilmenliğini' getirmeyi henüz başaramamış durumdadır. Nitekim 1841'de Londra sokaklarında yaşanan futbol gerginliklerinden dolayı, bir kez daha bu sporun yasaklanması söz konusu olacaktır. Fakat bu yasak uzun sürmeyecek ve 1855'te üniversite ve okul takımlarından ayrı ilk profesyonel futbol kulübü olan "Sheffield United FC" –bugünkü Sheffield Wednesday değil– kurulacaktır.
Futbolun kurumsallaşmasındaki dönüm noktası ise Hür Masonlar Locası'nda, 26 Ekim 1863'te yapılan toplantı ve onu izleyen beş toplantı sonunda, Futbol Birliği'nin (FA) kurulmasıdır. Bunu 1871 yılında 15 takımın katıldığı Futbol Federasyonu karşılaşmaları ile 1872 yılında İngiltere ile İskoçya arasında yapılan ve 0-0 biten ilk uluslararası maç izlemiştir. Futbol oyunu bu dönemlere kadar esas itibariyle 'dribbling' yani top sürme tekniğine dayanmaktaydı. 1876'dan itibaren ise 'passing' yani pas verme tekniğine geçilmeye başlanacaktı.
KAYNAK: Popüler TARİH / Haziran 2002 /AYŞE HÜR

17 Mart 2010 Çarşamba

► KİBRİTİN BULUNUŞU VE TARİHİ GELİŞİMİ

1680’ de Robert Boyle, kükürtlü kibrit aracılığıyla ateşi elde etmeyi becerdi. Keşfedilmesinin üzerinden binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen ateş pratik halde elde edilemiyordu. Önceleri bir çelik, bir metal parçasına sürtülüyor ve ateş elde ediliyordu. Boyle’n kibriti, zımpara kağıdına sürtülmek suretiyle ateş alıyordu.

1827'de John Walker adlı bir İngiliz kimyacı, bir tahta çubuğun ucunu çeşitli kimyasallarla kaplayıp kuruttuktan sonra, çubuğun herhangi bir yüzeye sürtülmesiyle ateşin ortaya çıktığı keşfetti. Walker'ın kullandığı kimyasallar da antimon sülfür, potasyum klorat, zamk (gum) ve nişastaydı. İcadı da Türkçeye sürtünme kibriti olarak çevireceğimiz (friction matches) kibrit çeşidiydi.
1831 yılında kullanılışı basit ilk kibrit ise 19 yaşındaki genç bir Fransız öğrenci olan Charles Sauria tarafından beyaz fosfor kullanılarak yapılmıştır. Kokusuz kibrit olmasına rağmen beyaz fosforun zehirli olmasından dolayı pek tutulmamıştır.
1855'te İsveçli Johan Edvard Lundstrom ilk güvenlik kibritinin patentini almayı başarmıştır. Yaptığı kibrit ise bir kutunun dış yüzeyine kırmızı fosfor sürüp kalan kimyasal maddeleri ise kibrit çöpünün uç kısmına yerleştirilmesi sonucu meydana geliyor. Beyaz fosforun zehirinden ve sürtünme kibritlerinde görünen şiddetli alev alma sorunlarını gidermiştir.

1889'da Joshua Pusey, ilk kibrit kutusunu icat edip patentini almış, 1896'da patentini Diamond Match Company'ye 4000 dolar ve bir iş karşılığında satmıştır.

9 Mart 2010 Salı

► 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

1975 yılında Dünya Kadınlar Yılı'nı ilan eden Birleşmiş Milletler Örgütü, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ı tüm kadınları için Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kararlaştırdı.

Kadınlar Günü’nün Tarihçesi

8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı.

26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.

İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı ve değişen tarihlerde fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda gerçekleşti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde de anmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti. Birleşmiş Milletler'in sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York'ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır.

Kaynak: Wikipedia

9 Şubat 2010 Salı

► KIRMIZI RENK, BOĞALARI NEDEN KIZDIRIR?

Aslında kırmızı renk hiçbir boğayı kızdırmaz. Çünkü boğalar renk körüdür ve kırmızıyı diğer renklerden ayırt edemezler. Boğa güreşinde matador boğayı eline aldığı şapkasını şalını sallayarak kızdırır. Boğanın kırmızı şala saldırdığı inancı yanlıştır.
İspanya'da boğaların kırmızı renge saldırdığı inancı, matadorların kırmızı başlık kullanmaları nedeni ile yaygınlaşmıştır. Halbuki başlıklarda bu renk boğayı kızdırmak için değil, seyircilere hoş görüntü verebilmek için seçilmişti.
Kırmızı renk aslında insanları etkiler. Yapılan deneylerde bu rengin insanlarda kan basıncını yükseltip, kalp atışını hızlandırdığı saptanmıştır. Bunun nedeninin de kırmızının, kanın rengi olduğu sanılmaktadır.
Boğalar arenada kırmızı rengi görünce asabileşmezler. Kendinizi boğanın yerine koyun. Etrafınızdaki çığlık atan binlerce insanın ortasında, tozlu, gürültülü ve çok sıcak bir ortamda, sırtınıza saplanmış onca kılıcın acısı içinde, bir de şapkasını şalını sallaya sallaya üstünüze gelen bir adam varsa, yani kızmak için bu kadar sebep varken, sırf rengi kırmızı diye bir bez parçasına kızar mıydınız?
Boğa güreşi hakkında bilinen yanlışlar sadece bu kadar değil. Aslında boğa güreşi geleneği İspanya'dan doğmuş değildir. İlk çağlardan itibaren boğa, kuvvetin, dayanıklılığın ve verimliliğin simgesi olmuştur. Boğa güreşinin ilk versiyonu antik Yunan, Roma, Mısır ve hatta Kore ve Çin medeniyetlerinde görülür.
Boğaya Persliler taparlar, Afrika Zuluları ise öldürüp safrasını içerlerdi. Tüm bu geleneklerin temelinde, hayvanın gücü yatmaktadır. Bu geleneğin bir şekilde İspanya'ya geldiği, Avrupa ülkeleri içinde feodal düzeni en son terk eden bu ülkede de kalıcı olduğu sanılmaktadır.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails