Translate

15 Ağustos 2009 Cumartesi

► TIRNAKLARIMIZ NASIL UZUYOR?

Hayvanlar pençelerini toprağı kazmada, savunmada ve saldırıda kullandıkları için bunların sivri oldukları, insanların tırnaklarının ise geçirdikleri evrim sonucunda düzleştiği ileri sürülüyor. Genel anlamda tırnaklarımız saçlarımızla ortak bir özellik gösterir. İkisinin de görülen kısımları ölü hücrelerden oluşmuştur ve kompozisyonlarındaki ana madde keratindir. Tırnaklarımız parmaklarımızı mekanik dış tehlikelere karşı korurlar. Özellikle el tırnaklarımız parmaklarımız için çok önemlidir. Onlar olmasaydı derimizin yumuşak tabakası ile eşyaları tutup kaldıramazdık.
El ve ayak tırnaklarımız, derimizin altındaki, tırnak diplerine çok yakın köklerinden çıkarlar. Burada tırnak çok inceleşir ve yarım ay şeklinde beyaz bir renk alır. Bu bölüm başparmaklarda çok belirgindir, diğer parmaklarda olabilir de, olmayabilir de ama serçe parmağımızda pek görülmez. Kökteki hücreler ölü bir hücre olan keratin üretirler ve yeni hücreler üredikçe ölü tırnağı dışarı doğru iterler. Bu nedenle de aynen saçlarımız gibi tırnaklarımızı keserken de acı duymayız.
Tırnaklarımız derimize her iki yandan elastik fiberlerle bağlıdırlar. Bu sayede yanlardan bağlı oldukları halde uzadıkça rahatlıkla ilerlerler. Derideki yatakları ile irtibatı biten tırnaklar beyazlaşır ve kesilmeyi beklerler. Halbuki bu kısmın da küçük objeleri tutmak, bir tarafımızı kaşımak, sivilce sıkmak gibi çok ciddi fonksiyonları vardır.
Elimizdeki tırnakların ayaktakilere tek farkı, daha hızlı, yani haftada ortalama 0,5-0,6 milimetre hızla uzamalarıdır. Yani kesilmezlerse yılda 2,5-3 santimetre uzunluğa ulaşabilirler. Ayak tırnaklarının uzama hızı bunun dörtte biri kadardır.
En hızlı uzayan tırnak orta parmaktakidir. Buradan parmak ne kadar uzunsa, oradaki tırnak da o kadar hızlı uzar sonucunu çıkartabiliriz. Bütün tırnaklar sıcak havada soğuğa nazaran daha hızlı uzarlar. Tırnaklardaki uzama hızı yaş ilerledikçe yavaşlar. Çok ileri yaşlarda neredeyse yarı yarıya düşer. Bebeklerde de tırnak uzama hızı yetişkinlere göre daha yavaştır.
Dışarıdan çok basit bir yapıymış gibi görünen tırnaklarımız aslında çok karışık ve bugün bile tam olarak anlaşılamamış bir yapıya sahiptirler. Tırnak, daha doğrusu onu oluşturan kısım psikolojik değişmelere de duyarlıdır. Stresli zamanlarda, uzun süren yüksek ateşte, zararlı içkiler alındığında çatlarlar, lekeler oluşur, kalınlaşır veya incelirler, yani deforme olurlar. Bu özellikler tırnaklarımızı sağlık durumumuzu ortaya koyan önemli ipuçları haline getirir.

13 Ağustos 2009 Perşembe

► NİÇİN HAPŞIRIRIZ?

Hapşırma, ani, irade dışı, sesli bir şekilde ağızdan ve burundan nefes vermektir. Hapşırma burun kanallarındaki sinirlerin uyarılması sonucu oluşan psikolojik bir reaksiyondur. Aslında burnumuz nefes almamızda çok önemli bir görev yapar. Hava onun dar kanallarından hava burgacı (türbülans) oluşturarak geçerken hem ısısı ayarlanır, hem de içindeki toz burada filtre edilir.
Buradaki sinirlerin uyarılmasının nedenleri değişiktir. En çok alerjik etkilenmedir ama toz, duman, parfümler hatta aniden ışığa bakma gibi başka birçok nedenleri daha vardır. Hapşırmadan önce sanki bir yerimiz ısırılmış gibi sinir uçlarının ikaz göndermesi sonucu, burnumuzdan önce bir salgı gelir. Biz bunun pek farkına varamayız.
Bu salgının ardından beyine giden ikaz neticesinde baş ve boynumuzdaki kaslar uyarılarak ani nefes boşanması olayı yaşanır. Ses tellerinin olduğu bölüm önce kapanır ve buradaki havanın basıncı iyice yükselir. Sonra aniden açılarak hava yüksek bir sesle dışarı verilir. Tabii beraberinde burnumuzdaki toz gibi yabancı maddeler ve soğuk algınlığı yaratan mikroplar da. Ancak tıp bilimi hapşırma ile yayılan mikropların, elle yayılanlardan çok daha az olduğunu saptamış bulunmaktadır.
Uyku sırasında özellikle rüya safhasında sinir sisteminin bazı elemanları kapalı olduğundan normal şartlarda hapşırma olmaz. Uyarı çok kuvvetli ise olabilir ama anında uyanılır. Ancak bu beyin tarafından tehlike olarak algılanmaz. Uyurken ayağını gıdıkladığımız kişinin ayağını çekip, arkasını dönüp, uyumağa devam etmesi gibi.
Hapşırma refleksinin detayları tam bilinmese de kesin olarak bilinen bir şey var. Hapşırırken gözlerinizi açık tutamazsınız. Bunu bilim insanları vücudumuzda bir acı veya ağrı duyduğumuzda gözlerimizi kapatmamıza bağlıyor. Kibarlık olsun diye hapşırığı tutmaya çalışmak ise kesinlikle tavsiye edilmiyor.
Güneş ışığı ile karşılaşınca hapşırmanın genetik olduğu ileri sürülüyor. Dünya nüfusunun en az yüzde 18'i bu hassasiyete sahip. Hapşırma sayısının da genlerle nakledildiğini ileri süren bilim insanları var. Bazı ailelerde üç kere hapşırılırken, bazılarında sekizincide duruyormuş.
İnsanlara hapşırdıktan sonra “çok yaşa” deme adetinin kökeni Hıristiyanların “God bless you” yani “Tanrı seni takdis etsin” veya “Tanrının hayır duası üzerinde olsun” cümlesine dayanmaktadır. Altıncı yüzyılda hapşıranlara vücutlarındaki şeytanı attıkları için tebrik anlamında söylenen bu söz büyük veba salgını başlayınca Papa tarafından söylenmesi zorunlu kılındı ve kanunlaştırıldı.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

► NİÇİN HIÇKIRIRIZ?

Akciğerlerimiz kaburgalarımızın içinde birer torba gibi dururlar. Nefes aldığımızda bu torbalar içerlerine alabildikleri kadar hava alarak şişerler. Göğsümüzü karnımızdan ayıran ve akciğerlerimizin altına bitişik büyük bir kas olan diyafram, büzüşerek ciğerlerimizin genişlemesini sağlar, nefes almamıza yardımcı olur.
Süratli yemek yenildiğinde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır. Hıçkırık, yiyeceğin yüzeyine yapışarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüşerek, çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu arada boğazımızın üst tarafında, ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da 'hıck' şeklinde bir sesin çıkmasına neden olur.
Midedeki bir olayla diyaframın ilişkisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe geçmiş olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıçkırırız. Sindirim işlemi bittikten sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeşitli öneriler vardır. Baş aşağı durmak, yavaş yavaş su içmek, kolları yukarıda tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmağı kulağa bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.
Bunlardan korkutarak insanı şok etmek, dolayısıyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes alarak diyaframın mideyi itmesini sağlamak ve de kandaki düşük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluşumunu hızlandırdığı bilindiğinden nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir.
Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaşık 5 saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraşırken, o zaten kendi kendine kesilir. Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüş hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tıbbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.
Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların, enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların da hıçkırığı meydana getirebilecekleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir şey yememekte ve içmemekte fayda vardır, çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir.
Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaş yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken karbonatlı içki içmeyin, yemeğe konsantre olun, çok konuşmayın ve gülmeyin. Yemeğe saygınız ne kadar artarsa, hıçkırık o kadar azalır.

11 Ağustos 2009 Salı

► HAYVANLAR HASTALANINCA NE YAPARLAR?

Hayvanların hastalandıklarında ne yaptıklarını bilim adamları merak etmişler ve yapılan araştırmalar neticesinde hayvanların kendilerine has tedavi metotları olduğunu tespit etmişlerdir.
Aslanlar yaralandıklarında en yakin su kaynağına giderek ağızlarına bir miktar su ve toprak alıp çiğnerler. Sonra yere tükürür ve yerde bir miktar yoğurduktan sonra oluşan çamuru yaralarına sürerler. Çamur, yaradaki zehirli maddeleri emmenin yanında, yaranın tedavisine faydalı olan maddeleri de yaraya doğru çeker.
Genellikle memeli hayvanlar yaralarını yalarlar. Bu sayede hem yara temizlenir, hem de böceklerin yaradan uzak durması sağlanır. Hatta yaralı bir kaplan yarasına ulaşamadığı zaman tükürüğünü on pençelerinden biriyle yarasına sürer. Daha çok Avustralya’da yasayan ve renklerinden dolayı gökkuşağı papağanları adi verilen papağanlar ise yaralarına ulaşamadıkları zaman eslerinin yardımıyla tükrüğünü yaralarına sürerek yaraların iyileşmesini sağlarlar.
Yaralı geyikler ve karacalar ise yosunlu topraklara uzanırlar. Bunu da yumuşak olduğu için değil, yosunlu topraklarda yaraları iyileştiren bir tür antibiyotik olduğu için yaparlar.
Bal seven bir hayvan olarak tanınan ayı ise ayağını arı kovanına sokar ve balın iyileştirici özelliğinden faydalanır. Arılar ise vücutlarının ürettiği bir antibiyotiği, ballarıyla karıştırıp şifa bulurlar. Kunduzlar, vücutlarında salgılanan bir tur jöle ile iyileşirler.
Hayvanlar arasında diş pansumanın yanında dahili rahatsızlıklarını tedavi edenlere de rastlanır. Mesela kediler ve kopekler, hasta olduklarında kusabilmek için çim yerler. Kurtların ise ayni durumda tutam tutam ısırgan otu yedikleri tespit edilmiştir. Kurtlar ayrıca yılan sokmalarına karsı “Calla palutris” adli bir bitkiyi yerler. Halk arasında yılan otu olarak bilinen bu bitkinin özellikle kökleri yılan sokmalarına karşı eskiden beri kullanılmaktadır.
Sadece sevk-i ilahi ile hareket eden hayvanların kendi kendilerini tedavi etmelerine misaller saymakla bitmez. En son misalimizi de yine ayılardan verelim; ayılar “Ligusticum porteri” isimli bir bitkiye (ağaca) sürtünerek kendilerini tedavi ederler. Bu bitkinin baş ağrısı, romatizma, soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklara karşı tesirli olduğu bulunmuştur.

4 Ağustos 2009 Salı

► AKIL İLE ZEKÂNIN FARKI

Akıl aslında bir kabiliyettir, zekâ da öyle. İkisi arasındaki en önemli fark, bir başkasından akıl alabilirsiniz ama zekâyı asla. O, her insanın kendisine mahsustur.
Bir hastalık söz konusu olmadığı sürece şüphesiz herkesin aklı vardır. Akıllı olmak, kendi davranışlarını bilmek, kontrol edebilmek, doğru ve yanlışlarını değerlendirebilmek yeteneğidir.
Akıl, insanı hayvandan ayırt eden en önemli faktördür. Hayvanlar yalan söyleyemez ama insanlar sık sık bu yola başvurur. İşte insandaki yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda fikir yürütebilme, görüş belirtebilme yeteneği akıldır.
'Ah şimdiki aklım olsaydı' lafını çok işitmişizdir. Demek ki, akıl insan olgunlaştıkça da değişiyor ve insanın kendisi de bunun farkına varıyor. Bir insan değişik fikirlerle diğerinin aklını karıştırabilir. Hayret verici, şaşırtıcı şeyler insanın aklını durdurabilir.
Bir şeyin içeriğini anlamamak 'akıl erdirememek' olarak nitelendirilirken başkalarının çözemediği bir sorunu çözen kişiye 'bir tek o akıl etti' denilir. Birine bir yol göstermek ona 'akıl vermek'tir. Bir şeyi hatırlamak, unutmamak 'akılda tutmak'tır. 'Akılsız' tanımı ise doğru ve isabetli düşünemeyen anlamında kullanılır.
Zekâ ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yeteneğidir. Genel olarak zekânın 12 yaşına kadar hızla geliştiği sonra gelişme hızının yavaşlayarak 20 yaşına kadar sürdüğü, orta yaşlarda ise zekâ seviyesinin sabit kaldığı kabul edilir.
Zekâ hayvanlarda da vardır. Hayvanlarda zekâ bir nevi içgüdüsel olaydır. Şüphesiz hayvan zekâsı insana göre gelişmemiştir ama her iki zekâ türü de sinir sistemi ile ilgilidir. İnsanı ayıran, evriminde oluşmuş konuşabilirle özelliği, dik durabilmesi, el yapısı nedeniyle aletleri kullanabilmesi ve gelişmiş beyin ve sinir sistemidir.
Zekâ, bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Bir müzik bestecisi kendi duygusal yapısının içersinde en karışık eserleri aklıyla değil zekâsı sayesinde oluşturur. Biz bu kişilere 'müzik dehası' diyoruz. Ancak bu müzik dehaları en basit bir matematik problemini bile çözemeyebilirler.
Sonuç olarak zekâ, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere, iradeye ve bilgi edinme isteğine göre farklılıklar gösterebiliyor. Akıl somut olarak ölçülemez ama zekâ pek sağlıklı olmasa da IQ denilen bir testle ölçülmeye çalışılıyor.

► PENGUENLER

Penguen, Spheniscidae familyasını oluşturan, uçamayan, dimdik durabilen, perde ayaklı deniz kuşları.Güney Kutbu, Yeni Zelanda, Avustralya, Güney Amerika, Güney Afrika ve hatta Galapagos kıyılarında yaşarlar. Kuzey Kutbunda bulunmazlar. Büyüklük bakımından 30 - 105 cm. arasında değişik 17 kadar türü bilinmektedir. En irileri olan İmparator Penguen 45 kg. ağırlığa ulaşır. Sıcak bölgelere doğru gidildikçe boyları küçülür. Denizlerdeki kabuklular, balık ve mürekkepbalıkları ile beslenirler. Tüyleri kuş tüylerine hiç benzemez. Sırtları siyah veya gri, karın kısımları beyaz ince pulsu tüylerle örtülüdür. Türler birbirinden, başlarındaki renkli tüyleriyle ayrılır. Kuyrukları kısa ve ayakları vücutlarının gerisinde olduğundan rahatlıkla dimdik ayakta durabilirler. Denizde, saatte 10 deniz mili hızla yüzebilirler. Hatta gerektiğinde bu hızlarını iki katına çıkarabilirler.
Kanatları uzun telek tüylerinden yoksun olup, kırılmadığı için uçmaya yaramaz. Buna karşılık yüzerken çok kuvvetli yüzgeç vazifesi görür. Penguenler, buz üzerinde sıçrar ve çok iyi kayarlar. Göğüslerinin üzerinde yatarak yüzgeç kanatlarının yardımıyla kızak gibi kayarak, karada birkaç yüz kilometre içeriye kadar girebilirler. Yalnız üreme mevsimlerinde yumurtlamak için karaya çıkarlar. Vücutlarını örten sık tüyler ve deri altlarındaki kalın yağ tabakaları ile Antarktika'nın sıfırın altındaki dondurucu soğuklarından korunurlar. Vücut ısılarını ayarlayan otomatik bir mekanizmaya sahiptirler. Gerektiğinde kan damarlarıyla deriye giden kanı azaltarak, yükselterek ve tüylerini dikleştirerek vücut sıcaklıklarını kontrol ederler. Güney Kutbu penguenleri 40°C'lik vücut ısılarıyla 40°C'lik Antarktika soğuğuna uyum sağlarlar. Vücutlarındaki tüy, yağ ve besinlerden elde ettikleri enerji ve kontrol mekanizmalarıyla 80°C'lik ısı farkına dayanırlar.
Antarktika'nın kral penguenleri günde ortalama 140 defa suya dalarlar. Bunun ancak yüzde onunda av yakalayabilirler. Tüy dipleri deriye yakın kısımda ısıya karşı yalıtkan bir iç tabaka meydana getirerek vücudu soğuktan emniyetle korur. Bazı türler, kuluçka dönemlerinde dört aya yakın bir zaman açlığa dayanırlar. Bu devrede ağırlıkları yarı yarıya düşer. Antarktika dışında yaşayanların, su akıntıları ve yüzen buzlarla Güney Kutbu'ndan geldikleri sanılmaktadır.
Üreme devrelerinde bir kısmı yan yana yuvalar kurarak yüz binlerce bireyden hasıl olan kuluçka kolonileri meydana getirir. Yuva yapanlar 2 - 3 yumurta yumurtlar. İmparator (Aptenodytes fprstei) ve kral penguen (Aptenodytes patagonica) ise yuva yapmaz, birer yumurta yumurtlar ve tek yumurtalarını ayakları üzerinde ve karınlarının altındaki gerçek kuluçka derisinin altında muhafaza ederek soğuktan korur. Yuva yapanların erkekleri, dişilerine çakıl taşları hediye ederek kur yapar. Dişi, karlar eridikçe bu taşlarla yuvasının seviyesini yükseltir. Erkek ve dişi sırayla kuluçkaya yatar. Kuluçka devresinde bir şey yemezler. Yavrular anne ve babaları tarafından birlikte bakılır ve ısıtılır.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

► KULAK ÇINLAMASININ SEBEPLERİ NELERDİR?

Kulağımız çınladığında herhalde birisi beni anıyor diye düşünürüz. Oysa kulak çınlaması aslında bir hastalık habercisi olabilir.

ÇINLAMA NE DEMEKTİR?
Varolmayan bir sesin algılanmasına çınlama(tinnitus) adı verilir. Bu ses hasta tarafından çok farklı karakterlerde tarif edilebilir ancak sesin karakteri NE olursa olsun çınlama olarak adlandırılmaktadır. Ancak çeşitli psikiyatrik rahatsızlıklarda karşılaşılan insan sesleri ve konuşmalar duyulması gibi problemlerden ayırt edilmelidir.

KULAKTAKİ ÇINLAMA SESİ NEREDEN KAYNAKLANMAKTADIR?
Çınlama genelde bir işitme kaybına eşlik eder. Çınlama sesinin asıl kaynağı olan noktayı tam olarak saptamak zor olmak ile birlikte işitme yollarında yer Alan sinir hücrelerinin işitme kaybı sonucu bir elektriksel aktivite ürettikleri ve bunun beyin tarafından çınlama sesi olarak algılandığı düşünülmektedir.

ÇINLAMANIN SEBEPLERİ NELERDİR?
İşitme azlığına yola açabilecek her problem çınlamaya yol açabilir. Kulak yolunu tıkayan kulak kiri, dış kulak yolu ve orta kulak iltihabı, kulağın yüksek sese maruz kalması, kulağa zararlı bazı antibiyotikler ve uzun süre aspirin alımı, kulak ve kafa travmaları, otoskleroz ve Meniere hastalığı gibi bazı iç kulak hastalıkları, çene eklemi bozuklukları, yüksek tansiyon, damar sertliği, iç kulak ve beyin sapı tümörleri ve pek çok farklı sebep çınlamaya yol açabilir.

ÇINLAMA SIK GÖRÜLEN BİR DURUM MUDUR?
Nüfusun yaklaşık % 20 sinde çınlamaya rastlamak olasıdır. Sessiz ortam ve günlük uğraşıların AZ olması çınlama algılamasını artırmaktadır. Hiç ses geçirmeyen kabinlerde yapılan çalışmalarda, tamamen sağlıklı genç insanların çok aşırı sessiz bir ortamda % 95 oranında çınlama algıladıkları (sessizliğin sesi) ortaya konmuştur. Bu nedenle çınlama sesinin aslında hepimizin kulağında var olduğu ancak bazı rahatsızlıklar sonucu algılanabilir düzeye çıktığını düşünmek olasıdır.

ÇINLAMA ZARAR VERİR Mİ?
Çınlamanın kendisi bir hastalık değildir, bir belirtidir. Çınlamanın kişiye doğrudan bir zararı olmaz ancak çınlamayı oluşturan sebep zarar verici olabilir. Bu nedenle her çınlama hastası araştırılarak sebep ortaya konmaya çalışılmalıdır. Bazı kişilerde çınlama sebebi ne olursa olsun çok ciddi psikolojik etkilere yol açar. Bunların arasında depresyon, endişe, dikkat bozukluğu, uyku problemleri ve intiharı sayabiliriz. Bu durumda çınlamanın bir zararından söz etmek olasıdır.

ÇINLAMA TEDAVİ EDİLEBİLİR Mİ?
Her çınlama tümüyle ortadan kaldırılamasa DA her hastaya yardım etmek mümkündür. Çınlama hastasına yapılabilecek en büyük kötülük, hastaya 'alışman lazım, bu ses seninle mezara kadar devam eder, yapabilecek bir şey yok' gibi ifadeler kullanarak zaten tedirginlik ve korku içinde olan hastayı daha DA endişeye sürüklemektir. Her hasta için hastayı daha iyi duruma getirecek, çınlama ile baş etmelerini sağlayacak tedavi yöntemleri vardır.

ÇINLAMASI OLAN HASTA NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Çınlaması olan bir hastada ilk yapılması gereken şey ayrıntılı bir tıbbi hikaye alımı, muayene ve tetkikler ile çınlamanın sebebinin ortaya konulmasıdır. Bu şekilde yukarıda sayılan çınlamaya yol açabilecek hastalıkların olup olmadığı araştırılmış olur. Bu inceleme sırasında hekiminiz işitme testi (odyogram)ve kulak basınçlarına yönelik testler (timpanogram) isteyecektir. Bunun yanında bazı başka kulak ile ilgili testler de istenebilir; iç kulak tüylü hücre fonksiyonlarını ölçen otoakustik emisyon, iç kulak basınç artışı varlığını araştıran kohleografi, işitme siniri ve beyin sapındaki işitme ile ilgili elektriksel dalgaları ölçen ERA testi, denge sistemini araştıran nistagmografi gibi.
Bunların yanında kulak yapılarını görüntülemek için bilgisayarlı tomografi (BT) veya manyetik rezonans görüntüleme MRI istenebilir. Hastanın çınlamasını açıklayacak bir problem saptanabilir ise bu rahatsızlığın tedavisine yönlenilir. Bu şekilde çınlamanın azalması veya kaybolması söz konusu olabilir. Çınlamanın sebebine göre bu tedavi kulak yolundaki kirin veya yabancı cismin çıkarılması, ilaç etkileşiminde zararlı olan ilacın kesilmesi, gürültüden etkilenmede gürültüden kaçınılması gibi basit önlemler yanında, kulak iltihabının veya orta kulak boşluğundaki sıvının tedavisi, kulak zarındaki deliğin cerrahi olarak onarımı, kulak kemiği içinde yer Alan iltihabın cerrahi olarak temizlenmesi, otoskleroz hastalığında hastalıklı işitme kemikçiğinin protez ile değiştirilmesi, işitme siniri tümörlerinde cerrahi veya radyoterapi ile tedavi gibi daha kapsamlı tedaviler olabilir.
Bir grup hastada tedavi edilecek bir sebep bulunamasa DA işitme kaybı tespit edilebilir. Bu hastalar işitme cihazı ile rehabilite edilirlerse hem işitme kayıpları düzeltilmiş olur hem de çınlamaları fayda görür. Bir diğer grup hasta DA ise tedavi edilebilecek bir problem olmadığı gibi düzeltilecek bir işitme kaybı DA yoktur. Bu hastalara iç kulak kan dolaşımını artıracak bazı ilaçlar verilebilir. Bunu yanında pek çok farklı etken madde içeren ilaç çınlama hastalarında denenmiştir. Ancak hiç bir ilacın % 50’yi geçen bir etkinliği yoktur.

ÇINLAMANIN BİLİNEN KLASİK TEDAVİLER DIŞINDA TEDAVİSİ VAR MIDIR?
Çınlama insan vücudunda bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde gerginlik ve strese sebep olur. Vücut gerginliğini ve kas stresini azaltmayı hastaya öğreten cihazlar ile çınlama hastalarına yardımcı olunabilir. Tinitus retraining therapy (TRT) isimli bir teknik ile de çınlama hastası çınlamayı bilinçaltında sağlığına bir tehlike olarak algılamamayı öğrenebilir ve çınlamaya karşı kendini yeniden şartlandırabilir.
Pek çok çınlama hastası çınlama sesini sağlıklarına karşı bir tehdit olarak algılarlar, ciddi bir rahatsızlığın belirtisi olarak görürler, bu DA zaman içerisinde çınlama sesinin giderek artmış olarak algılanmasına yol açar. TRT bu kısır döngüyü bozarak hastanın çınlama sesi ile baş etmesini ve bir süre sonra sesin daha düşük olarak algılanmasını sağlar.

HER HASTANIN ÇINLAMASI TEDAVİ EDİLEBİLİR Mİ?
Çınlama ancak çınlamayı oluşturan sebep tam olarak tespit edilir ve ortadan kaldırılırsa tedavi ile geçebilir. Bunun dışındaki hastalarda çınlamanın sağlığa bir tehdit oluşturmadığı gösterilir ve hastanın endişesi ortadan kaldırılırsa hasta bir süre sonra çınlamayı algılamamaya başlayacaktır. Çınlama tedavi edilmesi gereken bir hastalık değildir. Hastayı rahatsız etmediği sürece de tedavi edilmesi gerekmez.

ÇINLAMA HASTALARINA NE ÖNERİLEBİLİR?
Çınlaması olan hasta uygun bir merkezde gerekli muayene ve tetkiklerini yaptırarak çınlamasının düşük bir olasılıkla da endişe verici bir hastalık kökenli olmadığından emin olmalıdır. Bu hastalar sessiz ortamda kalmaktan kaçınmalıdır. Sessizlikte dış ortamdan gelen sesler azalacağı için beyin iç sesleri dinlemeye başlar.Gece yatağa yatılınca veya sabah uyanınca etraf daha sessiz iken açılan hafif bir müzik sesi çoğu hastanın çınlamasını baskılayacak ve rahatsızlık verici olmasını engelleyecektir. Bunun dışında genel sağlık kurallarına dikkat edilmesi, yüksek tansiyon, kan yağlarının yüksekliği, şeker hastalığı gibi hastalıklar mevcut ise bu hastalıklarının gerektirdiği tedaviler ve diyet gibi önlemlere uyulması kulak sağlığı açısından da çok önemlidir.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

► ÜZÜM ÇEKİRDEĞİ VE FAYDALARI

Üzüm Çekirdeği Avrupa'da ilaç niyetine satılıyor. Mucizevi çekirdek ödemden, nezleye kadar bir çok hastalığın tedavisinde kullanılıyor.
Üzümün çok faydalı olduğu bilinir. Özelliklede zihin açıcı yönü ile sınavlardan önce kuru üzüm tavsiye edilir. Ama birçoğumuz üzümü yerken çekirdeğinden muzdarip oluruz. Onu tüketmez, atarız. Hatta marketlerde en çok çekirdeksiz üzümler rağbet görür. Hâlbuki üzümün çekirdeği bugün birçok Avrupa ülkesinde ilaç niyetine, tabletler halinde satılıyor. Yavaş yavaş Türkiye'de de yaygınlaşmaya başlayan üzüm çekirdeği, yakında bütün eczanelerdeki yerini alacak gibi.
Bu çekirdeğin en önemli faydası kan damarı onarıcısı olması. Kan damarları insan için hayati önem taşıyor. Başınızdan ayakuçlarınıza kadar her doku kanla beslenir. İncecik kılcal damarlardan, geniş atardamarlara kadar, karmaşık kan damarları ağı sizin yaşam hattınızdır. Eğer kan damarları yaşlanır, hastalanır, zayıflar, incelir ve kan sızdırırsa, sağlığınız tehlikede demektir. Eğer oksijeni taşıyan kan düzgün bir biçimde akmıyorsa kalp kasınız hasar görebilir. İşte üzüm çekirdeği, zayıflamış kan damarlarını güçlendirip normal sağlıklarına döndürebilen, dolaşım bozukluklarını düzeltebilen ve önleyebilen bir yapıya sahip.
Özelliği ise tamamen doğal olması... Çekirdek, damar hastalıklarını tedavi ediyor. Zayıflamış kan damarlarının yapısını güçlendiriyor. Ayrıca üzüm çekirdeği bilinen en güçlü antioksidan... Yapılan bazı testlerde, E vitamininden 50 kat daha güçlü olduğu ortaya çıkmış.
İlk Fransa'da keşfedildi
Üzüm çekirdeği 40 yıldır Avrupa'da, özellikle üzüm bağlarının çokluğu ile bilinen Fransa'da etkili bir biçimde kullanılıyor. Üzüm çekirdeği 1947 yılında Bordeaux Üniversitesi'nden emekli tıp profesörü, Fransız Kimyacı Jack Masquelier tarafından keşfedilmiş. Çekirdek ilk olarak hamileliğinden dolayı aşırı ödemi olan fakültenin dekanının eşine, dekan tarafından verilmiş. Masquelier o günü şöyle anlatıyor; "Kadın, şişmiş bacakları ile o kadar yorgun görünüyordu ki, güçlükle yürüyebiliyordu. Yüzünden, çektiği acıları okumak mümkündü. Ne yapabilirim de bu kadının acılarını dindirebilirim diye düşündüm. Sonra dekanın eşine çekirdek verdiğini gördüm. Dekanın eşi 48 saat içinde iyileşti. O halde, ben üzüm çekirdeğinde özel bir şeyler olabileceğini düşündüm."
1950'de üzüm çekirdeği Resivit olarak bilinen ve Fransa'da satılan ilk damar koruyucu ilaç olmuş. Doktor Masquelier ve meslektaşları, üzüm çekirdeğinin varis üzerindeki etkisini doğrulayan dokuz deney yapmışlar.
Bununla birlikte çekirdek, göz kamaşması, gece körlüğü, masküler dejenerasyon gibi göz sorunlarının, arterit, saman nezlesi, alerji ve burun kanamalarını tedavisinde de kullanılmış. "Eğer düzenli olarak üzüm çekirdeği alırsanız, damar duvarlarınız güçlenecektir. " Diyor Dr. Masquelier.
Diş eti kanayanlar kullanmalı
Peki üzüm çekirdeğine ihtiyacınız olup olmadığını nasıl öğreneceksiniz? Doktor Masquelier'in konu ile ilgili görüşleri şu şekilde: "Sabahleyin dişlerinizi fırçalarsınız ve diş etlerinizin kanadığını görürsünüz. Ya da göz korneasında bir kan lekesi fark edersiniz. Veya geceleri kendinizi yorgun hissedersiniz, baldırlarınız şişer, ödem olduğunu fark edersiniz. Bu durumda damar zayıflığından mustaripsinizdir ve üzüm çekirdeği tüm bu patolojik mekanizmalarla mücadele eder."
1995 yılında İtalya'da yapılan bir araştırmada 150 miligramlık üzüm çekirdeğinin ağrıyı, yanma karıncalanma hissini ve atardamarları n şişme derecesini azaltmada, yaygın olarak kullanılan bir eczacılık ilacından daha hızlı ve uzun süreli etkili olduğu bulunmuş. 1985 yılında da Fransa'da 92 hasta üzerinde yaşılan kür kontrollü deney, 28 gün boyunca 300 miligram üzüm çekirdeği almanın, ağrıyı, karıncalanma geceleyin giren bacak kramplarını ve şişkinliği yüzde 50den daha fazla azalttığını göstermiş.
Üzüm çekirdeğini diğer bir faydası ise gözlere... Gece görüşünde önemli olan parlak ışıkların neden olduğu göz kamaşmasını geçirmeye yardımcı oluyor. Yine Fransa'da 100 denek üzerinde yapılan iki ayrı araştırmada 5 hafta boyunca günde 200 miligram üzüm çekirdeği almanın parlak ışıklara maruz kaldıktan sonra görme keskinliğine yeniden kavuşma durumunu artırdığı ortaya çıkmış. Ayrıca testlerde üzüm çekirdeği ürünün bir bilgisayar ekranı karşısında çalışmanın neden olduğu göz gerilimini geçirdiği ve miyop kişilerde retinanın işlevini ve duyarlılığını düzelttiği görülmüş.
Üzüm çekirdeğinin tansiyonu ve onun sonuçlarını düzenlemeye yardımcı olabileceği de belirtiliyor. Araştırmaların gösterdiğine göre, yüksek tansiyonlu insanlar genellikle çok geçirgen olan, zayıf kılcal damarlara sahipler. Bu da onların kılcal damar kanaması geçirme ve göz retinasındaki kan damarlarının yırtılma olasılıklarını artırıyor. Dr. Miklos Gabor'un yaptığı araştırmada üzüm çekirdeği yüksek tansiyonlu deneklerde kılcal damarları güçlendirmiş.
Anti-Aging etkisi
Üzüm çekirdeği damarları yenilediği için ayrıca anti-aging etkisine sahip. Yenilenen damarlar yaşlılığı geciktiriyor. Böylelikle cildinizdeki yaşlanma belirtileri azalıyor. Uluslararası sertifikalı Organik Üzüm Çekirdeği Ekstraktnın içerdiği Proantosiyanidin bilinen en güçlü etkisi antioksidan. Üzüm çekirdeğinin antioksidan etkisi vitamin E'den 50, vitamin C'den 20 kat daha fazla.
Antioksidanlar, vücudumuzdaki kimyasal reaksiyonlar sonucu oluşan veya dışarıdan sigara, alkol, kirli hava v.s. ile alınan oluşan veya dışarıdan sigara, alkol, kirli hava v.s. ile alınan zararlı maddeleri etsiz hale getiriyor. Uzmanlara göre vücudun antioksidan üretimi 25 yaşından sonra yavaşlamaktadır. Bu yavaşlamanın yol açtığı deformasyonları yok etmek için bilinen en kuvvetli antioksidan ise organik üzüm çekirdeği ekstraktıdı olduğu belirtiliyor. Çekirdek, bağ dokularını güçlendirerek cilt sarkmasına engel oluyor. Cildin elastik, yumuşak ve düzgün olmasını sağlıyor.
Üzüm çekirdeğinde tavsiye edilen miktar
Üzüm çekirdeğinin tavsiye edilen miktarı günde 150 ile 300 miligram. Damar sağlığını korumak için gerekli doz ise günde 5-10 gram.
Güvenlik etkileri
Üzüm çekirdeğinin insanlar üzerinde her hangi bir yan etkisi görülmemiş. Prof. Peter Rohdewald tarafından laboratuar fareleri, Hint domuzları ve köpekler üzerinde yapılan araştırmada doğal çekirdeğin, toksik, mutajenik, karsinojenik olmadığı tespit edilmiş.
Kimler kullanmalı?
Kan damarlarının yardıma ihtiyaç duyduğunu düşünenler.
  • Cildindeki kırışıklıklar günden güne fazlalaşanlar
  • Cildi cansız ve solgun görünenler
  • Cinsel yaşantısında kendini yetersiz hissedenler
  • Kalple ilgili sorunları olanlar
  • Ani kalp krizi riski olanlar
  • Görme gücünde yaşlanmaya bağlı bozulma olanlar
  • Şişlikler ve ödem alerjilerinde
  • Yüksek tansiyonda
  • Kolayca kanama ve morarma eğilimi olanlar
  • Daha önce kanamaya bağlı felç geçirenler
  • Şeker hastalığı olanlar
  • Varis ve hemoroit gibi soruları olanlar

Şunu belirtmek gerekiyor ki; yukarıda bahsettiğimiz faydaların birçoğu çekirdeğin damarları onarıcı özelliğinden kaynaklanıyor. Çünkü damarlar, insan bedenini ayakta tutan ana mekanizmalar. Onların bozukluğu insan bünyesinde birçok hastalığa neden oluyor. Damarları onaran çekirdek, böylelikle diğer hastalıkların iyileşmesinde de önemli bir etkiye sahip oluyor.

► PARMAK İZİ NEDİR?

Parmak izi, parmak ucu derisinde, göz ile görülebilen çıkıntıların meydana getirdiği şekillerdir. Dış deriye ait bu çıkıntılara hat (papilla) denir. Parmaklarımızı dikkatlice incelersek, parmak izlerinin, birçok hattın farklı biçimlerde bir araya getirilmesiyle yapıldığını görürüz.
Tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere herkes, eşsiz parmak izlerine sahiptir. Bir başka deyişle, insanların kimlikleri parmak uçlarında kodlanır. Bu kodlama sistemi, günümüzde kullanılan barkod sistemine benzetilebilir.
Derin kesik ve yaralar olmadığı sürece, parmak izlerindeki bu hatlar, insan hayatı boyunca değişmez. Parmak izlerinin bu değişmez ve herkes için farklı özellikleri (tek yumurta ikizlerinde bile bu farklılık mevcuttur), onları kimlik tespiti konusunda çok kullanılan bir özellik haline getirmiştir. Yaratıcı, parmak izlerine o kadar fazla eşsiz bilgiyi derc etmiştir ki, doğru tanımlama için parmak izinin küçük bir parçası bile yeterli olmaktadır.
Parmak izlerinin ferdi tanıma gayesiyle kullanılması fikri, 1890´lı yıllarda, Hindistan´da görev yapan İngiliz polis şefi Sir Edward Henry tarafından ortaya atılmıştır. Bu teknik günümüzde en yaygın kullanılan biyometridir.
Parmak izleri, tanımlama doğruluğu konusunda güçlü bir şablon sağlamak için yeterince karmaşıktır. Daha sağlıklı bir güvenlik isteniyorsa, birden çok parmağın izi kullanılabilir. Çünkü her parmağın izi farklı yaratılmıştır. Parmak izinin taranması, hızlıdır ve kişilere herhangi bir rahatsızlık vermez. Parmak izi tarayıcıları, kolaylıkla küçültülebilir ve düşük maliyetle çok sayıda üretilebilir. Bugün bazı ülkelerde sadece sol ve sağ işaret parmakları bile yeterli görülmektedir. Bununla beraber bazı insanların parmak izlerinin görüntülenmesi güçtür. Yeni teknolojilerle, parmak izlerinin görüntü olarak değil, kodlanarak saklanması da tercih edilebilmektedir.
Bilim ilerledikçe, biyometrik olarak kullanılabilecek insana has hususiyetler daha da artacaktır. Bu sebeple insan biyometrisi; çağın gerisinde kalmak istemeyen toplumların, araştırma ve geliştirme çalışmalarında ihmal etmemeleri gereken bir çalışma sahasıdır.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails