Translate

7 Aralık 2009 Pazartesi

► TÜM ZAMANLARIN EN İYİ SORULARI

BBC Magazine tüm zamanların en iyi sorularını derledi ve yanıtladı. İşte ilk 23 soru!
1. Neden kek ve ekmek bayatladığında sertleşir de bisküvi yumuşar?
Bununla ilgili yazılmış çok fazla kitap vardır. Ekmekle ilgili en temel cevap undaki nişasta kristallerinin pişme aşamasında su çekip yumuşamasıdır. Bu yumuşayan nişasta retrogradasyon adı verilen bir kaç günlük süre sonrasında tekrar kristalleşir ve bu da ekmeğin sertleşmesini sağlar. Bisküvilerdeki nişasta da bu aşamadan geçer fakat bisküvide var olan şeker bunu tersine çevirir ve havadan nem alarak bisküvinin yumuşamasını sağlar. Kek ise tarifine bağlı olarak hem sertleşir hem yumuşar. Eğer malzemeleri arasında şeker var ise yumuşaması muhtemeldir.
Yıldırımdan elektrik akımı üretilebilir mi? Bu pratik olmamasına rağmen mümkündür ama enerji depolamak bir problem oluşturabilir.
2. Müzikte matematik var mıdır?
Evet. Matematikle müzik arasında birçok bağ bulunmaktadır.
Tavuklar neden uçamaz? Yaban tavukları aslında uçabilir. Diğerleri ise binlerce yıldır boyutları için beslendiklerinden bir ağacın tepesinden atlayıp uçmaktan fazlası için çok ağırlardır. Kanatları daha fazlasını kaldıramayabilir.
3. Evrendeki en soğuk yer neresidir?
Evrendeki en soğuk yer yeryüzünden 5000 ışık yılı uzaklıktaki Boomerang Nebula'da bir toz ve gaz bulutudur. (-272 ila -457.6 derece arasında bir ısısı vardır.)
4. Suya alerjimiz olabilir mi?
Hayır. Alerjiler, bağışıklık sistemindeki antikorların bu maddeye saldırması sonucu oluşur. Ama suya bağlı olan hiçbir antikor yoktur.
5. Kurşungeçirmez cam nasıl yapılır?
Buna kurşuna dayanıklı cam demek daha doğru olur, çünkü bu camlar bir şeyin içine girmesine karşı dayanıklıdır. Ancak aynı yere bir dizi mermi fırlatılması bu camların da kırılmasına yol açacaktır. Bu camlar genelde cam tabakalar arasına deforme olabilen polikarbonat plastik tabakası koyarak yapılır. Merminin etkisiyle dıştaki cam katman kırılır; bu da enerjiyi daha geniş bir alana yayar; böylelikle plastik katman biraz esner ama kırılmaz.
6. Tohumlar hangi yöne büyüyeceklerini nasıl bilirler?
Tüm bitkiler yerçekimsel alanın yönünü hisseder ve ona göre kendilerini ayarlarlar. Buna yerçekimine göre hareket etme denir.
7. Sumo güreşçileri neden bu kadar şişmandır?
Newton'un ikinci hareket kuralı olan “hız= güç/hacim” eşitliğine göre, ne kadar ağır olursanız rakibinizin sizi yerinizden oynatabilmesi için o kadar çok güç kullanması gerekir. En şişman Sumo güreşçisi 267 kiloydu.
8. Neden yaşlı adamlar saçlarını kaybederken burun kılları çoğalmaya devam eder?
Erkeklerin kelleşmesinin sebebi DHT ya da dihydro testesteron hormonudur. Bunun vücuda çok fazla etkisi vardır ve bunlardan birinin de burun deliklerindeki kılların kaybedilmesini engellemek olduğu düşünülüyor.
9. Evren neden yapılmıştır?
Bu 21. yüzyılda bilimin karşı karşıya olduğu en büyük sırlardan biridir. Büyük Patlamadan kalan ısı ile ilgili son yapılan araştırmalar atomlardan oluşan maddelerin Evren'deki tüm maddenin sadece yüzde bir veya ikisini oluşturduğunu gösterdi.
10. Neden içimize saf oksijen çekersek ölürüz?
Kanımız nefesimizle içimize çektiğimiz oksijeni yakalayıp hemoglobin denen moleküle bağlayarak taşınmasını sağlar. Eğer normal oksijen yoğunluğu daha fazla olan havayı içinize çekerseniz, ciğerlerinizdeki oksijen kanınızın taşıyabileceği miktarın üstüne çıkar. Sonuç olarak açıkta kalan bu oksijen ciğerlerdeki proteinlere yapışır ve merkezi sinir sisteminin çalışmasını önler hatta retinaya saldırır.
11. Hapşırırken gözlerimizi kapamazsak gözlerimiz yerinden fırlar mı?
Hayır, birçok nedenden dolayı böyle bir şey olmaz. Öncelikle hapşırmayla ilgili olan burun ve boğazdaki hava deliklerinin hiçbiri gözlerin arkasında bulunan hiçbir şeyle doğrudan bağlantılı değildir. Bunun anlamı da, hapşırma sonucu ortaya çıkan hava basıncı gözlerinizin dışarı fırlamasına neden olmaz.
12. Sarı arılar bal yapar mı?
Hayır. Yetişkin sarı arılar çiçeklerden balözü alırlar ama bunları bala dönüştürmezler. Bunları yavrularını beslemede kullanırlar.
13. Neden kafamızı çarptıktan sonra yıldız görürüz?
Aslında gördüğünüz yıldızlar, aynı anda çalışan beynin görme bölümündeki nöronlardır. Bu, ayağa çok hızlı kalktığınız zaman ya da beyninize bir darbe aldığınız zaman oksijen seviyesinin hızlıca değişmesinden dolayı meydana gelir. Kılcal damarlara en yakın nöronlar ilk olarak etkilenir, ancak eğer bu çok hızlı olursa çevre nöronlar da bundan etkilenebilir. Bunun sonucunda beyninizin yıldız olarak algıladığı sinyaller oluşur.
14. Soğan neden ağlatır?
Kesilen soğanın dokusu alinaz enzimi salgılar. Bu enzim sülfoksitleri sülfenik aside çevirir. Bu asitler kendiliğinden yeniden şekillenir ve gözyaşlarının oluşmasını sağlayan sin-propanetiyal- S-oksit meydana gelir. Bu, yaklaşık otuz saniye sürer ve kimyasal etkisini beş dakika içinde kaybeder. Gözün ön tabakasında yer alan kornea, dışarıdan gelecek fiziksel ve kimyasal etkilere karşı gözü korur. Bu amaçla kornea üzerinde yüksek duyarlılıkta sinirler bulunur. Korneada ayrıca, gözyaşı bezlerini harekete geçirecek algılayıcılar da vardır. Serbest sinir uçları sin-propanetiyal- S-oksiti algıladıklarında, sinir sistemi harekete geçer ve gözyaşı bezinden salgılanan sıvı ile zararlı madde korneadan temizlenir. Soğanın bu etkisini ortadan kaldırmak için, soymadan önce soğanı ısıtabilir ve enzim aktivitesini bozarak gözlerimizin yaşarmasını engelleyebiliriz.
15. Sabunun dış kısmı daima temiz midir?
Kesinlikle hayır. Kullanıldıktan sonra sabunun dış yüzeyinde su, köpük ve kir kalır. Su ve köpük kurur ama kir ordadır.
16. Vücudumuzdaki hücreler öldüğünde ne olur?
Vücudumuzun yüzeyindeki ya da organlarımızın dışındaki hücreler deri yoluyla ve boşaltımla vücuttan atılır. Vücudun içinde kalan ölü hücrelerin bazıları fagositler tarafından temizlenir. Ölü hücrelerden edinilen enerji diğer beyaz hücrelerin üretiminde kullanılır. Bazı ölü hücreler özellikle bırakılır, çünkü bunların vücuttaki görevleri hala bitmemiştir. Örneğin, gözün lensi, deri, tırnak gibi dokular da ölü hücrelerden oluşur ama bunlar beden için gerekli olduğu için yok edilmezler.
17. Örümcekler kendi ağlarına neden yakalanmaz?
Örümcekler, kendi ağlarına kolay kolay yakalanmaz, bunu iki şekilde başarır. Birincisi, avı için ördüğü ağda ayrıca sadece kendisinin üzerinde hareket edebileceği yapışkan olmayan özel ulaşım iplikleri vardır, örümcek bunları tanır. İkincisi, ağız kısmındaki bir salgı bezinde ürettiği salgı ile sürekli ayaklarını yağlı tutar ve böylece yanlışlıkla tuzak ağına düştüğünde kendisini kurtarabilir. Fakat ürkütüldüğünde nadiren kendi ağına takılıp diğer örümceklere de yem olabilir.
18. Solak insanlar daha etraflıca mı düşünür?
Hayır, sağ el ya da sol elini kullananlar arasında böyle bir yetenek farklılığı olduğunu öne süren bir çalışma yoktur.
19. Renk körlüğü düzeltilebilir mi?
Hayır. Renk körlüğünün nedeni, kalıtım yoluyla aktarılan, gözdeki renk duyarlı protein kodunu sağlayan gendeki kusurdur.
20. Kafanızın büyüklüğü IQ'nuzu etkiler mi?
Hayır. 1998'de yapılan bir çalışma kafanın büyüklüğüyle beynin büyüklüğü arasından bir bağlantı olduğu sonucunu ortaya çıkarmıştır fakat IQ'nun boyutla bir ilgisi yoktur en azından genç ve sağlıklı yetişkinlerde...
21. GPS sağlayıcılı bir cep telefonunuz varsa hükümet sizi takip edebilir mi?
Evet, eğer cep telefonunuzun GPS'i varsa bulunduğunuz yer operatöre bildirilir fakat telefonunuzun açık olması koşulu ile...
22. Kuşların kanatları nasıl su geçirmez olabilir?
Kuşun karnındaki tüylerle, kanat ve kuyruk tüyleri birbirinin aynı değildir. Kuyruk tüylerinin altında salgı bezleri bulunur. Çoğunun salgı bezleri yağ içerir. Kuyruk tüylerinin altında gizli olan yağ sıradan bir madde değildir. Aksine bu salgı son derece gelişmiş bir dezenfektandır. Bu dezenfektan kuşun tüylerinde bakteri ve mantar üremesini engeller. Ancak etkili olabilmesi için bu yağın tüm tüylere yayılması gerekir. İşte kuşlar da her fırsatta titiz bir çalışmayla tüm tüylerini yağlar. Yalnızca yağlamakla kalmazlar, tüylerinin bakımı için dikkatli bir temizlik ve düzenleme de yaparlar. Yaşamaları için gerekli olan bu çalışmayı gagalarıyla yaparlar. Gagaları ile aldıkları yağı, tüylerinin temizliğinde kullanan kuşlar, bu sayede tüylerinin esnekliğini de korur ve su geçirmesini engeller.
23. Burnunuzu çarptığınızda neden gözleriniz yaşarır?
Burun yumuşak ve hassastır ve geniz yolu gözlere gözyaşı kanalı ile bağlıdır. Normalde bu lakrimal sıvı (gözyaşı) burun yoluyla drenaj sağlar. Ama burunda toplanan bu sıvı yeterli olduğunda burunun akışı normal boşaltma yolunu engelleyebilir gidecek hiçbir yeri olmadağı için gözyaşları akar.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

► TIRNAKLARIMIZ NASIL UZUYOR?

Hayvanlar pençelerini toprağı kazmada, savunmada ve saldırıda kullandıkları için bunların sivri oldukları, insanların tırnaklarının ise geçirdikleri evrim sonucunda düzleştiği ileri sürülüyor. Genel anlamda tırnaklarımız saçlarımızla ortak bir özellik gösterir. İkisinin de görülen kısımları ölü hücrelerden oluşmuştur ve kompozisyonlarındaki ana madde keratindir. Tırnaklarımız parmaklarımızı mekanik dış tehlikelere karşı korurlar. Özellikle el tırnaklarımız parmaklarımız için çok önemlidir. Onlar olmasaydı derimizin yumuşak tabakası ile eşyaları tutup kaldıramazdık.
El ve ayak tırnaklarımız, derimizin altındaki, tırnak diplerine çok yakın köklerinden çıkarlar. Burada tırnak çok inceleşir ve yarım ay şeklinde beyaz bir renk alır. Bu bölüm başparmaklarda çok belirgindir, diğer parmaklarda olabilir de, olmayabilir de ama serçe parmağımızda pek görülmez. Kökteki hücreler ölü bir hücre olan keratin üretirler ve yeni hücreler üredikçe ölü tırnağı dışarı doğru iterler. Bu nedenle de aynen saçlarımız gibi tırnaklarımızı keserken de acı duymayız.
Tırnaklarımız derimize her iki yandan elastik fiberlerle bağlıdırlar. Bu sayede yanlardan bağlı oldukları halde uzadıkça rahatlıkla ilerlerler. Derideki yatakları ile irtibatı biten tırnaklar beyazlaşır ve kesilmeyi beklerler. Halbuki bu kısmın da küçük objeleri tutmak, bir tarafımızı kaşımak, sivilce sıkmak gibi çok ciddi fonksiyonları vardır.
Elimizdeki tırnakların ayaktakilere tek farkı, daha hızlı, yani haftada ortalama 0,5-0,6 milimetre hızla uzamalarıdır. Yani kesilmezlerse yılda 2,5-3 santimetre uzunluğa ulaşabilirler. Ayak tırnaklarının uzama hızı bunun dörtte biri kadardır.
En hızlı uzayan tırnak orta parmaktakidir. Buradan parmak ne kadar uzunsa, oradaki tırnak da o kadar hızlı uzar sonucunu çıkartabiliriz. Bütün tırnaklar sıcak havada soğuğa nazaran daha hızlı uzarlar. Tırnaklardaki uzama hızı yaş ilerledikçe yavaşlar. Çok ileri yaşlarda neredeyse yarı yarıya düşer. Bebeklerde de tırnak uzama hızı yetişkinlere göre daha yavaştır.
Dışarıdan çok basit bir yapıymış gibi görünen tırnaklarımız aslında çok karışık ve bugün bile tam olarak anlaşılamamış bir yapıya sahiptirler. Tırnak, daha doğrusu onu oluşturan kısım psikolojik değişmelere de duyarlıdır. Stresli zamanlarda, uzun süren yüksek ateşte, zararlı içkiler alındığında çatlarlar, lekeler oluşur, kalınlaşır veya incelirler, yani deforme olurlar. Bu özellikler tırnaklarımızı sağlık durumumuzu ortaya koyan önemli ipuçları haline getirir.

13 Ağustos 2009 Perşembe

► NİÇİN HAPŞIRIRIZ?

Hapşırma, ani, irade dışı, sesli bir şekilde ağızdan ve burundan nefes vermektir. Hapşırma burun kanallarındaki sinirlerin uyarılması sonucu oluşan psikolojik bir reaksiyondur. Aslında burnumuz nefes almamızda çok önemli bir görev yapar. Hava onun dar kanallarından hava burgacı (türbülans) oluşturarak geçerken hem ısısı ayarlanır, hem de içindeki toz burada filtre edilir.
Buradaki sinirlerin uyarılmasının nedenleri değişiktir. En çok alerjik etkilenmedir ama toz, duman, parfümler hatta aniden ışığa bakma gibi başka birçok nedenleri daha vardır. Hapşırmadan önce sanki bir yerimiz ısırılmış gibi sinir uçlarının ikaz göndermesi sonucu, burnumuzdan önce bir salgı gelir. Biz bunun pek farkına varamayız.
Bu salgının ardından beyine giden ikaz neticesinde baş ve boynumuzdaki kaslar uyarılarak ani nefes boşanması olayı yaşanır. Ses tellerinin olduğu bölüm önce kapanır ve buradaki havanın basıncı iyice yükselir. Sonra aniden açılarak hava yüksek bir sesle dışarı verilir. Tabii beraberinde burnumuzdaki toz gibi yabancı maddeler ve soğuk algınlığı yaratan mikroplar da. Ancak tıp bilimi hapşırma ile yayılan mikropların, elle yayılanlardan çok daha az olduğunu saptamış bulunmaktadır.
Uyku sırasında özellikle rüya safhasında sinir sisteminin bazı elemanları kapalı olduğundan normal şartlarda hapşırma olmaz. Uyarı çok kuvvetli ise olabilir ama anında uyanılır. Ancak bu beyin tarafından tehlike olarak algılanmaz. Uyurken ayağını gıdıkladığımız kişinin ayağını çekip, arkasını dönüp, uyumağa devam etmesi gibi.
Hapşırma refleksinin detayları tam bilinmese de kesin olarak bilinen bir şey var. Hapşırırken gözlerinizi açık tutamazsınız. Bunu bilim insanları vücudumuzda bir acı veya ağrı duyduğumuzda gözlerimizi kapatmamıza bağlıyor. Kibarlık olsun diye hapşırığı tutmaya çalışmak ise kesinlikle tavsiye edilmiyor.
Güneş ışığı ile karşılaşınca hapşırmanın genetik olduğu ileri sürülüyor. Dünya nüfusunun en az yüzde 18'i bu hassasiyete sahip. Hapşırma sayısının da genlerle nakledildiğini ileri süren bilim insanları var. Bazı ailelerde üç kere hapşırılırken, bazılarında sekizincide duruyormuş.
İnsanlara hapşırdıktan sonra “çok yaşa” deme adetinin kökeni Hıristiyanların “God bless you” yani “Tanrı seni takdis etsin” veya “Tanrının hayır duası üzerinde olsun” cümlesine dayanmaktadır. Altıncı yüzyılda hapşıranlara vücutlarındaki şeytanı attıkları için tebrik anlamında söylenen bu söz büyük veba salgını başlayınca Papa tarafından söylenmesi zorunlu kılındı ve kanunlaştırıldı.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

► NİÇİN HIÇKIRIRIZ?

Akciğerlerimiz kaburgalarımızın içinde birer torba gibi dururlar. Nefes aldığımızda bu torbalar içerlerine alabildikleri kadar hava alarak şişerler. Göğsümüzü karnımızdan ayıran ve akciğerlerimizin altına bitişik büyük bir kas olan diyafram, büzüşerek ciğerlerimizin genişlemesini sağlar, nefes almamıza yardımcı olur.
Süratli yemek yenildiğinde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır. Hıçkırık, yiyeceğin yüzeyine yapışarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüşerek, çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu arada boğazımızın üst tarafında, ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da 'hıck' şeklinde bir sesin çıkmasına neden olur.
Midedeki bir olayla diyaframın ilişkisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe geçmiş olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıçkırırız. Sindirim işlemi bittikten sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeşitli öneriler vardır. Baş aşağı durmak, yavaş yavaş su içmek, kolları yukarıda tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmağı kulağa bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.
Bunlardan korkutarak insanı şok etmek, dolayısıyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes alarak diyaframın mideyi itmesini sağlamak ve de kandaki düşük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluşumunu hızlandırdığı bilindiğinden nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir.
Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaşık 5 saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraşırken, o zaten kendi kendine kesilir. Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüş hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tıbbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.
Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların, enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların da hıçkırığı meydana getirebilecekleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir şey yememekte ve içmemekte fayda vardır, çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir.
Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaş yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken karbonatlı içki içmeyin, yemeğe konsantre olun, çok konuşmayın ve gülmeyin. Yemeğe saygınız ne kadar artarsa, hıçkırık o kadar azalır.

11 Ağustos 2009 Salı

► HAYVANLAR HASTALANINCA NE YAPARLAR?

Hayvanların hastalandıklarında ne yaptıklarını bilim adamları merak etmişler ve yapılan araştırmalar neticesinde hayvanların kendilerine has tedavi metotları olduğunu tespit etmişlerdir.
Aslanlar yaralandıklarında en yakin su kaynağına giderek ağızlarına bir miktar su ve toprak alıp çiğnerler. Sonra yere tükürür ve yerde bir miktar yoğurduktan sonra oluşan çamuru yaralarına sürerler. Çamur, yaradaki zehirli maddeleri emmenin yanında, yaranın tedavisine faydalı olan maddeleri de yaraya doğru çeker.
Genellikle memeli hayvanlar yaralarını yalarlar. Bu sayede hem yara temizlenir, hem de böceklerin yaradan uzak durması sağlanır. Hatta yaralı bir kaplan yarasına ulaşamadığı zaman tükürüğünü on pençelerinden biriyle yarasına sürer. Daha çok Avustralya’da yasayan ve renklerinden dolayı gökkuşağı papağanları adi verilen papağanlar ise yaralarına ulaşamadıkları zaman eslerinin yardımıyla tükrüğünü yaralarına sürerek yaraların iyileşmesini sağlarlar.
Yaralı geyikler ve karacalar ise yosunlu topraklara uzanırlar. Bunu da yumuşak olduğu için değil, yosunlu topraklarda yaraları iyileştiren bir tür antibiyotik olduğu için yaparlar.
Bal seven bir hayvan olarak tanınan ayı ise ayağını arı kovanına sokar ve balın iyileştirici özelliğinden faydalanır. Arılar ise vücutlarının ürettiği bir antibiyotiği, ballarıyla karıştırıp şifa bulurlar. Kunduzlar, vücutlarında salgılanan bir tur jöle ile iyileşirler.
Hayvanlar arasında diş pansumanın yanında dahili rahatsızlıklarını tedavi edenlere de rastlanır. Mesela kediler ve kopekler, hasta olduklarında kusabilmek için çim yerler. Kurtların ise ayni durumda tutam tutam ısırgan otu yedikleri tespit edilmiştir. Kurtlar ayrıca yılan sokmalarına karsı “Calla palutris” adli bir bitkiyi yerler. Halk arasında yılan otu olarak bilinen bu bitkinin özellikle kökleri yılan sokmalarına karşı eskiden beri kullanılmaktadır.
Sadece sevk-i ilahi ile hareket eden hayvanların kendi kendilerini tedavi etmelerine misaller saymakla bitmez. En son misalimizi de yine ayılardan verelim; ayılar “Ligusticum porteri” isimli bir bitkiye (ağaca) sürtünerek kendilerini tedavi ederler. Bu bitkinin baş ağrısı, romatizma, soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklara karşı tesirli olduğu bulunmuştur.

4 Ağustos 2009 Salı

► AKIL İLE ZEKÂNIN FARKI

Akıl aslında bir kabiliyettir, zekâ da öyle. İkisi arasındaki en önemli fark, bir başkasından akıl alabilirsiniz ama zekâyı asla. O, her insanın kendisine mahsustur.
Bir hastalık söz konusu olmadığı sürece şüphesiz herkesin aklı vardır. Akıllı olmak, kendi davranışlarını bilmek, kontrol edebilmek, doğru ve yanlışlarını değerlendirebilmek yeteneğidir.
Akıl, insanı hayvandan ayırt eden en önemli faktördür. Hayvanlar yalan söyleyemez ama insanlar sık sık bu yola başvurur. İşte insandaki yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda fikir yürütebilme, görüş belirtebilme yeteneği akıldır.
'Ah şimdiki aklım olsaydı' lafını çok işitmişizdir. Demek ki, akıl insan olgunlaştıkça da değişiyor ve insanın kendisi de bunun farkına varıyor. Bir insan değişik fikirlerle diğerinin aklını karıştırabilir. Hayret verici, şaşırtıcı şeyler insanın aklını durdurabilir.
Bir şeyin içeriğini anlamamak 'akıl erdirememek' olarak nitelendirilirken başkalarının çözemediği bir sorunu çözen kişiye 'bir tek o akıl etti' denilir. Birine bir yol göstermek ona 'akıl vermek'tir. Bir şeyi hatırlamak, unutmamak 'akılda tutmak'tır. 'Akılsız' tanımı ise doğru ve isabetli düşünemeyen anlamında kullanılır.
Zekâ ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yeteneğidir. Genel olarak zekânın 12 yaşına kadar hızla geliştiği sonra gelişme hızının yavaşlayarak 20 yaşına kadar sürdüğü, orta yaşlarda ise zekâ seviyesinin sabit kaldığı kabul edilir.
Zekâ hayvanlarda da vardır. Hayvanlarda zekâ bir nevi içgüdüsel olaydır. Şüphesiz hayvan zekâsı insana göre gelişmemiştir ama her iki zekâ türü de sinir sistemi ile ilgilidir. İnsanı ayıran, evriminde oluşmuş konuşabilirle özelliği, dik durabilmesi, el yapısı nedeniyle aletleri kullanabilmesi ve gelişmiş beyin ve sinir sistemidir.
Zekâ, bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Bir müzik bestecisi kendi duygusal yapısının içersinde en karışık eserleri aklıyla değil zekâsı sayesinde oluşturur. Biz bu kişilere 'müzik dehası' diyoruz. Ancak bu müzik dehaları en basit bir matematik problemini bile çözemeyebilirler.
Sonuç olarak zekâ, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere, iradeye ve bilgi edinme isteğine göre farklılıklar gösterebiliyor. Akıl somut olarak ölçülemez ama zekâ pek sağlıklı olmasa da IQ denilen bir testle ölçülmeye çalışılıyor.

► PENGUENLER

Penguen, Spheniscidae familyasını oluşturan, uçamayan, dimdik durabilen, perde ayaklı deniz kuşları.Güney Kutbu, Yeni Zelanda, Avustralya, Güney Amerika, Güney Afrika ve hatta Galapagos kıyılarında yaşarlar. Kuzey Kutbunda bulunmazlar. Büyüklük bakımından 30 - 105 cm. arasında değişik 17 kadar türü bilinmektedir. En irileri olan İmparator Penguen 45 kg. ağırlığa ulaşır. Sıcak bölgelere doğru gidildikçe boyları küçülür. Denizlerdeki kabuklular, balık ve mürekkepbalıkları ile beslenirler. Tüyleri kuş tüylerine hiç benzemez. Sırtları siyah veya gri, karın kısımları beyaz ince pulsu tüylerle örtülüdür. Türler birbirinden, başlarındaki renkli tüyleriyle ayrılır. Kuyrukları kısa ve ayakları vücutlarının gerisinde olduğundan rahatlıkla dimdik ayakta durabilirler. Denizde, saatte 10 deniz mili hızla yüzebilirler. Hatta gerektiğinde bu hızlarını iki katına çıkarabilirler.
Kanatları uzun telek tüylerinden yoksun olup, kırılmadığı için uçmaya yaramaz. Buna karşılık yüzerken çok kuvvetli yüzgeç vazifesi görür. Penguenler, buz üzerinde sıçrar ve çok iyi kayarlar. Göğüslerinin üzerinde yatarak yüzgeç kanatlarının yardımıyla kızak gibi kayarak, karada birkaç yüz kilometre içeriye kadar girebilirler. Yalnız üreme mevsimlerinde yumurtlamak için karaya çıkarlar. Vücutlarını örten sık tüyler ve deri altlarındaki kalın yağ tabakaları ile Antarktika'nın sıfırın altındaki dondurucu soğuklarından korunurlar. Vücut ısılarını ayarlayan otomatik bir mekanizmaya sahiptirler. Gerektiğinde kan damarlarıyla deriye giden kanı azaltarak, yükselterek ve tüylerini dikleştirerek vücut sıcaklıklarını kontrol ederler. Güney Kutbu penguenleri 40°C'lik vücut ısılarıyla 40°C'lik Antarktika soğuğuna uyum sağlarlar. Vücutlarındaki tüy, yağ ve besinlerden elde ettikleri enerji ve kontrol mekanizmalarıyla 80°C'lik ısı farkına dayanırlar.
Antarktika'nın kral penguenleri günde ortalama 140 defa suya dalarlar. Bunun ancak yüzde onunda av yakalayabilirler. Tüy dipleri deriye yakın kısımda ısıya karşı yalıtkan bir iç tabaka meydana getirerek vücudu soğuktan emniyetle korur. Bazı türler, kuluçka dönemlerinde dört aya yakın bir zaman açlığa dayanırlar. Bu devrede ağırlıkları yarı yarıya düşer. Antarktika dışında yaşayanların, su akıntıları ve yüzen buzlarla Güney Kutbu'ndan geldikleri sanılmaktadır.
Üreme devrelerinde bir kısmı yan yana yuvalar kurarak yüz binlerce bireyden hasıl olan kuluçka kolonileri meydana getirir. Yuva yapanlar 2 - 3 yumurta yumurtlar. İmparator (Aptenodytes fprstei) ve kral penguen (Aptenodytes patagonica) ise yuva yapmaz, birer yumurta yumurtlar ve tek yumurtalarını ayakları üzerinde ve karınlarının altındaki gerçek kuluçka derisinin altında muhafaza ederek soğuktan korur. Yuva yapanların erkekleri, dişilerine çakıl taşları hediye ederek kur yapar. Dişi, karlar eridikçe bu taşlarla yuvasının seviyesini yükseltir. Erkek ve dişi sırayla kuluçkaya yatar. Kuluçka devresinde bir şey yemezler. Yavrular anne ve babaları tarafından birlikte bakılır ve ısıtılır.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

► KULAK ÇINLAMASININ SEBEPLERİ NELERDİR?

Kulağımız çınladığında herhalde birisi beni anıyor diye düşünürüz. Oysa kulak çınlaması aslında bir hastalık habercisi olabilir.

ÇINLAMA NE DEMEKTİR?
Varolmayan bir sesin algılanmasına çınlama(tinnitus) adı verilir. Bu ses hasta tarafından çok farklı karakterlerde tarif edilebilir ancak sesin karakteri NE olursa olsun çınlama olarak adlandırılmaktadır. Ancak çeşitli psikiyatrik rahatsızlıklarda karşılaşılan insan sesleri ve konuşmalar duyulması gibi problemlerden ayırt edilmelidir.

KULAKTAKİ ÇINLAMA SESİ NEREDEN KAYNAKLANMAKTADIR?
Çınlama genelde bir işitme kaybına eşlik eder. Çınlama sesinin asıl kaynağı olan noktayı tam olarak saptamak zor olmak ile birlikte işitme yollarında yer Alan sinir hücrelerinin işitme kaybı sonucu bir elektriksel aktivite ürettikleri ve bunun beyin tarafından çınlama sesi olarak algılandığı düşünülmektedir.

ÇINLAMANIN SEBEPLERİ NELERDİR?
İşitme azlığına yola açabilecek her problem çınlamaya yol açabilir. Kulak yolunu tıkayan kulak kiri, dış kulak yolu ve orta kulak iltihabı, kulağın yüksek sese maruz kalması, kulağa zararlı bazı antibiyotikler ve uzun süre aspirin alımı, kulak ve kafa travmaları, otoskleroz ve Meniere hastalığı gibi bazı iç kulak hastalıkları, çene eklemi bozuklukları, yüksek tansiyon, damar sertliği, iç kulak ve beyin sapı tümörleri ve pek çok farklı sebep çınlamaya yol açabilir.

ÇINLAMA SIK GÖRÜLEN BİR DURUM MUDUR?
Nüfusun yaklaşık % 20 sinde çınlamaya rastlamak olasıdır. Sessiz ortam ve günlük uğraşıların AZ olması çınlama algılamasını artırmaktadır. Hiç ses geçirmeyen kabinlerde yapılan çalışmalarda, tamamen sağlıklı genç insanların çok aşırı sessiz bir ortamda % 95 oranında çınlama algıladıkları (sessizliğin sesi) ortaya konmuştur. Bu nedenle çınlama sesinin aslında hepimizin kulağında var olduğu ancak bazı rahatsızlıklar sonucu algılanabilir düzeye çıktığını düşünmek olasıdır.

ÇINLAMA ZARAR VERİR Mİ?
Çınlamanın kendisi bir hastalık değildir, bir belirtidir. Çınlamanın kişiye doğrudan bir zararı olmaz ancak çınlamayı oluşturan sebep zarar verici olabilir. Bu nedenle her çınlama hastası araştırılarak sebep ortaya konmaya çalışılmalıdır. Bazı kişilerde çınlama sebebi ne olursa olsun çok ciddi psikolojik etkilere yol açar. Bunların arasında depresyon, endişe, dikkat bozukluğu, uyku problemleri ve intiharı sayabiliriz. Bu durumda çınlamanın bir zararından söz etmek olasıdır.

ÇINLAMA TEDAVİ EDİLEBİLİR Mİ?
Her çınlama tümüyle ortadan kaldırılamasa DA her hastaya yardım etmek mümkündür. Çınlama hastasına yapılabilecek en büyük kötülük, hastaya 'alışman lazım, bu ses seninle mezara kadar devam eder, yapabilecek bir şey yok' gibi ifadeler kullanarak zaten tedirginlik ve korku içinde olan hastayı daha DA endişeye sürüklemektir. Her hasta için hastayı daha iyi duruma getirecek, çınlama ile baş etmelerini sağlayacak tedavi yöntemleri vardır.

ÇINLAMASI OLAN HASTA NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Çınlaması olan bir hastada ilk yapılması gereken şey ayrıntılı bir tıbbi hikaye alımı, muayene ve tetkikler ile çınlamanın sebebinin ortaya konulmasıdır. Bu şekilde yukarıda sayılan çınlamaya yol açabilecek hastalıkların olup olmadığı araştırılmış olur. Bu inceleme sırasında hekiminiz işitme testi (odyogram)ve kulak basınçlarına yönelik testler (timpanogram) isteyecektir. Bunun yanında bazı başka kulak ile ilgili testler de istenebilir; iç kulak tüylü hücre fonksiyonlarını ölçen otoakustik emisyon, iç kulak basınç artışı varlığını araştıran kohleografi, işitme siniri ve beyin sapındaki işitme ile ilgili elektriksel dalgaları ölçen ERA testi, denge sistemini araştıran nistagmografi gibi.
Bunların yanında kulak yapılarını görüntülemek için bilgisayarlı tomografi (BT) veya manyetik rezonans görüntüleme MRI istenebilir. Hastanın çınlamasını açıklayacak bir problem saptanabilir ise bu rahatsızlığın tedavisine yönlenilir. Bu şekilde çınlamanın azalması veya kaybolması söz konusu olabilir. Çınlamanın sebebine göre bu tedavi kulak yolundaki kirin veya yabancı cismin çıkarılması, ilaç etkileşiminde zararlı olan ilacın kesilmesi, gürültüden etkilenmede gürültüden kaçınılması gibi basit önlemler yanında, kulak iltihabının veya orta kulak boşluğundaki sıvının tedavisi, kulak zarındaki deliğin cerrahi olarak onarımı, kulak kemiği içinde yer Alan iltihabın cerrahi olarak temizlenmesi, otoskleroz hastalığında hastalıklı işitme kemikçiğinin protez ile değiştirilmesi, işitme siniri tümörlerinde cerrahi veya radyoterapi ile tedavi gibi daha kapsamlı tedaviler olabilir.
Bir grup hastada tedavi edilecek bir sebep bulunamasa DA işitme kaybı tespit edilebilir. Bu hastalar işitme cihazı ile rehabilite edilirlerse hem işitme kayıpları düzeltilmiş olur hem de çınlamaları fayda görür. Bir diğer grup hasta DA ise tedavi edilebilecek bir problem olmadığı gibi düzeltilecek bir işitme kaybı DA yoktur. Bu hastalara iç kulak kan dolaşımını artıracak bazı ilaçlar verilebilir. Bunu yanında pek çok farklı etken madde içeren ilaç çınlama hastalarında denenmiştir. Ancak hiç bir ilacın % 50’yi geçen bir etkinliği yoktur.

ÇINLAMANIN BİLİNEN KLASİK TEDAVİLER DIŞINDA TEDAVİSİ VAR MIDIR?
Çınlama insan vücudunda bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde gerginlik ve strese sebep olur. Vücut gerginliğini ve kas stresini azaltmayı hastaya öğreten cihazlar ile çınlama hastalarına yardımcı olunabilir. Tinitus retraining therapy (TRT) isimli bir teknik ile de çınlama hastası çınlamayı bilinçaltında sağlığına bir tehlike olarak algılamamayı öğrenebilir ve çınlamaya karşı kendini yeniden şartlandırabilir.
Pek çok çınlama hastası çınlama sesini sağlıklarına karşı bir tehdit olarak algılarlar, ciddi bir rahatsızlığın belirtisi olarak görürler, bu DA zaman içerisinde çınlama sesinin giderek artmış olarak algılanmasına yol açar. TRT bu kısır döngüyü bozarak hastanın çınlama sesi ile baş etmesini ve bir süre sonra sesin daha düşük olarak algılanmasını sağlar.

HER HASTANIN ÇINLAMASI TEDAVİ EDİLEBİLİR Mİ?
Çınlama ancak çınlamayı oluşturan sebep tam olarak tespit edilir ve ortadan kaldırılırsa tedavi ile geçebilir. Bunun dışındaki hastalarda çınlamanın sağlığa bir tehdit oluşturmadığı gösterilir ve hastanın endişesi ortadan kaldırılırsa hasta bir süre sonra çınlamayı algılamamaya başlayacaktır. Çınlama tedavi edilmesi gereken bir hastalık değildir. Hastayı rahatsız etmediği sürece de tedavi edilmesi gerekmez.

ÇINLAMA HASTALARINA NE ÖNERİLEBİLİR?
Çınlaması olan hasta uygun bir merkezde gerekli muayene ve tetkiklerini yaptırarak çınlamasının düşük bir olasılıkla da endişe verici bir hastalık kökenli olmadığından emin olmalıdır. Bu hastalar sessiz ortamda kalmaktan kaçınmalıdır. Sessizlikte dış ortamdan gelen sesler azalacağı için beyin iç sesleri dinlemeye başlar.Gece yatağa yatılınca veya sabah uyanınca etraf daha sessiz iken açılan hafif bir müzik sesi çoğu hastanın çınlamasını baskılayacak ve rahatsızlık verici olmasını engelleyecektir. Bunun dışında genel sağlık kurallarına dikkat edilmesi, yüksek tansiyon, kan yağlarının yüksekliği, şeker hastalığı gibi hastalıklar mevcut ise bu hastalıklarının gerektirdiği tedaviler ve diyet gibi önlemlere uyulması kulak sağlığı açısından da çok önemlidir.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

► ÜZÜM ÇEKİRDEĞİ VE FAYDALARI

Üzüm Çekirdeği Avrupa'da ilaç niyetine satılıyor. Mucizevi çekirdek ödemden, nezleye kadar bir çok hastalığın tedavisinde kullanılıyor.
Üzümün çok faydalı olduğu bilinir. Özelliklede zihin açıcı yönü ile sınavlardan önce kuru üzüm tavsiye edilir. Ama birçoğumuz üzümü yerken çekirdeğinden muzdarip oluruz. Onu tüketmez, atarız. Hatta marketlerde en çok çekirdeksiz üzümler rağbet görür. Hâlbuki üzümün çekirdeği bugün birçok Avrupa ülkesinde ilaç niyetine, tabletler halinde satılıyor. Yavaş yavaş Türkiye'de de yaygınlaşmaya başlayan üzüm çekirdeği, yakında bütün eczanelerdeki yerini alacak gibi.
Bu çekirdeğin en önemli faydası kan damarı onarıcısı olması. Kan damarları insan için hayati önem taşıyor. Başınızdan ayakuçlarınıza kadar her doku kanla beslenir. İncecik kılcal damarlardan, geniş atardamarlara kadar, karmaşık kan damarları ağı sizin yaşam hattınızdır. Eğer kan damarları yaşlanır, hastalanır, zayıflar, incelir ve kan sızdırırsa, sağlığınız tehlikede demektir. Eğer oksijeni taşıyan kan düzgün bir biçimde akmıyorsa kalp kasınız hasar görebilir. İşte üzüm çekirdeği, zayıflamış kan damarlarını güçlendirip normal sağlıklarına döndürebilen, dolaşım bozukluklarını düzeltebilen ve önleyebilen bir yapıya sahip.
Özelliği ise tamamen doğal olması... Çekirdek, damar hastalıklarını tedavi ediyor. Zayıflamış kan damarlarının yapısını güçlendiriyor. Ayrıca üzüm çekirdeği bilinen en güçlü antioksidan... Yapılan bazı testlerde, E vitamininden 50 kat daha güçlü olduğu ortaya çıkmış.
İlk Fransa'da keşfedildi
Üzüm çekirdeği 40 yıldır Avrupa'da, özellikle üzüm bağlarının çokluğu ile bilinen Fransa'da etkili bir biçimde kullanılıyor. Üzüm çekirdeği 1947 yılında Bordeaux Üniversitesi'nden emekli tıp profesörü, Fransız Kimyacı Jack Masquelier tarafından keşfedilmiş. Çekirdek ilk olarak hamileliğinden dolayı aşırı ödemi olan fakültenin dekanının eşine, dekan tarafından verilmiş. Masquelier o günü şöyle anlatıyor; "Kadın, şişmiş bacakları ile o kadar yorgun görünüyordu ki, güçlükle yürüyebiliyordu. Yüzünden, çektiği acıları okumak mümkündü. Ne yapabilirim de bu kadının acılarını dindirebilirim diye düşündüm. Sonra dekanın eşine çekirdek verdiğini gördüm. Dekanın eşi 48 saat içinde iyileşti. O halde, ben üzüm çekirdeğinde özel bir şeyler olabileceğini düşündüm."
1950'de üzüm çekirdeği Resivit olarak bilinen ve Fransa'da satılan ilk damar koruyucu ilaç olmuş. Doktor Masquelier ve meslektaşları, üzüm çekirdeğinin varis üzerindeki etkisini doğrulayan dokuz deney yapmışlar.
Bununla birlikte çekirdek, göz kamaşması, gece körlüğü, masküler dejenerasyon gibi göz sorunlarının, arterit, saman nezlesi, alerji ve burun kanamalarını tedavisinde de kullanılmış. "Eğer düzenli olarak üzüm çekirdeği alırsanız, damar duvarlarınız güçlenecektir. " Diyor Dr. Masquelier.
Diş eti kanayanlar kullanmalı
Peki üzüm çekirdeğine ihtiyacınız olup olmadığını nasıl öğreneceksiniz? Doktor Masquelier'in konu ile ilgili görüşleri şu şekilde: "Sabahleyin dişlerinizi fırçalarsınız ve diş etlerinizin kanadığını görürsünüz. Ya da göz korneasında bir kan lekesi fark edersiniz. Veya geceleri kendinizi yorgun hissedersiniz, baldırlarınız şişer, ödem olduğunu fark edersiniz. Bu durumda damar zayıflığından mustaripsinizdir ve üzüm çekirdeği tüm bu patolojik mekanizmalarla mücadele eder."
1995 yılında İtalya'da yapılan bir araştırmada 150 miligramlık üzüm çekirdeğinin ağrıyı, yanma karıncalanma hissini ve atardamarları n şişme derecesini azaltmada, yaygın olarak kullanılan bir eczacılık ilacından daha hızlı ve uzun süreli etkili olduğu bulunmuş. 1985 yılında da Fransa'da 92 hasta üzerinde yaşılan kür kontrollü deney, 28 gün boyunca 300 miligram üzüm çekirdeği almanın, ağrıyı, karıncalanma geceleyin giren bacak kramplarını ve şişkinliği yüzde 50den daha fazla azalttığını göstermiş.
Üzüm çekirdeğini diğer bir faydası ise gözlere... Gece görüşünde önemli olan parlak ışıkların neden olduğu göz kamaşmasını geçirmeye yardımcı oluyor. Yine Fransa'da 100 denek üzerinde yapılan iki ayrı araştırmada 5 hafta boyunca günde 200 miligram üzüm çekirdeği almanın parlak ışıklara maruz kaldıktan sonra görme keskinliğine yeniden kavuşma durumunu artırdığı ortaya çıkmış. Ayrıca testlerde üzüm çekirdeği ürünün bir bilgisayar ekranı karşısında çalışmanın neden olduğu göz gerilimini geçirdiği ve miyop kişilerde retinanın işlevini ve duyarlılığını düzelttiği görülmüş.
Üzüm çekirdeğinin tansiyonu ve onun sonuçlarını düzenlemeye yardımcı olabileceği de belirtiliyor. Araştırmaların gösterdiğine göre, yüksek tansiyonlu insanlar genellikle çok geçirgen olan, zayıf kılcal damarlara sahipler. Bu da onların kılcal damar kanaması geçirme ve göz retinasındaki kan damarlarının yırtılma olasılıklarını artırıyor. Dr. Miklos Gabor'un yaptığı araştırmada üzüm çekirdeği yüksek tansiyonlu deneklerde kılcal damarları güçlendirmiş.
Anti-Aging etkisi
Üzüm çekirdeği damarları yenilediği için ayrıca anti-aging etkisine sahip. Yenilenen damarlar yaşlılığı geciktiriyor. Böylelikle cildinizdeki yaşlanma belirtileri azalıyor. Uluslararası sertifikalı Organik Üzüm Çekirdeği Ekstraktnın içerdiği Proantosiyanidin bilinen en güçlü etkisi antioksidan. Üzüm çekirdeğinin antioksidan etkisi vitamin E'den 50, vitamin C'den 20 kat daha fazla.
Antioksidanlar, vücudumuzdaki kimyasal reaksiyonlar sonucu oluşan veya dışarıdan sigara, alkol, kirli hava v.s. ile alınan oluşan veya dışarıdan sigara, alkol, kirli hava v.s. ile alınan zararlı maddeleri etsiz hale getiriyor. Uzmanlara göre vücudun antioksidan üretimi 25 yaşından sonra yavaşlamaktadır. Bu yavaşlamanın yol açtığı deformasyonları yok etmek için bilinen en kuvvetli antioksidan ise organik üzüm çekirdeği ekstraktıdı olduğu belirtiliyor. Çekirdek, bağ dokularını güçlendirerek cilt sarkmasına engel oluyor. Cildin elastik, yumuşak ve düzgün olmasını sağlıyor.
Üzüm çekirdeğinde tavsiye edilen miktar
Üzüm çekirdeğinin tavsiye edilen miktarı günde 150 ile 300 miligram. Damar sağlığını korumak için gerekli doz ise günde 5-10 gram.
Güvenlik etkileri
Üzüm çekirdeğinin insanlar üzerinde her hangi bir yan etkisi görülmemiş. Prof. Peter Rohdewald tarafından laboratuar fareleri, Hint domuzları ve köpekler üzerinde yapılan araştırmada doğal çekirdeğin, toksik, mutajenik, karsinojenik olmadığı tespit edilmiş.
Kimler kullanmalı?
Kan damarlarının yardıma ihtiyaç duyduğunu düşünenler.
  • Cildindeki kırışıklıklar günden güne fazlalaşanlar
  • Cildi cansız ve solgun görünenler
  • Cinsel yaşantısında kendini yetersiz hissedenler
  • Kalple ilgili sorunları olanlar
  • Ani kalp krizi riski olanlar
  • Görme gücünde yaşlanmaya bağlı bozulma olanlar
  • Şişlikler ve ödem alerjilerinde
  • Yüksek tansiyonda
  • Kolayca kanama ve morarma eğilimi olanlar
  • Daha önce kanamaya bağlı felç geçirenler
  • Şeker hastalığı olanlar
  • Varis ve hemoroit gibi soruları olanlar

Şunu belirtmek gerekiyor ki; yukarıda bahsettiğimiz faydaların birçoğu çekirdeğin damarları onarıcı özelliğinden kaynaklanıyor. Çünkü damarlar, insan bedenini ayakta tutan ana mekanizmalar. Onların bozukluğu insan bünyesinde birçok hastalığa neden oluyor. Damarları onaran çekirdek, böylelikle diğer hastalıkların iyileşmesinde de önemli bir etkiye sahip oluyor.

► PARMAK İZİ NEDİR?

Parmak izi, parmak ucu derisinde, göz ile görülebilen çıkıntıların meydana getirdiği şekillerdir. Dış deriye ait bu çıkıntılara hat (papilla) denir. Parmaklarımızı dikkatlice incelersek, parmak izlerinin, birçok hattın farklı biçimlerde bir araya getirilmesiyle yapıldığını görürüz.
Tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere herkes, eşsiz parmak izlerine sahiptir. Bir başka deyişle, insanların kimlikleri parmak uçlarında kodlanır. Bu kodlama sistemi, günümüzde kullanılan barkod sistemine benzetilebilir.
Derin kesik ve yaralar olmadığı sürece, parmak izlerindeki bu hatlar, insan hayatı boyunca değişmez. Parmak izlerinin bu değişmez ve herkes için farklı özellikleri (tek yumurta ikizlerinde bile bu farklılık mevcuttur), onları kimlik tespiti konusunda çok kullanılan bir özellik haline getirmiştir. Yaratıcı, parmak izlerine o kadar fazla eşsiz bilgiyi derc etmiştir ki, doğru tanımlama için parmak izinin küçük bir parçası bile yeterli olmaktadır.
Parmak izlerinin ferdi tanıma gayesiyle kullanılması fikri, 1890´lı yıllarda, Hindistan´da görev yapan İngiliz polis şefi Sir Edward Henry tarafından ortaya atılmıştır. Bu teknik günümüzde en yaygın kullanılan biyometridir.
Parmak izleri, tanımlama doğruluğu konusunda güçlü bir şablon sağlamak için yeterince karmaşıktır. Daha sağlıklı bir güvenlik isteniyorsa, birden çok parmağın izi kullanılabilir. Çünkü her parmağın izi farklı yaratılmıştır. Parmak izinin taranması, hızlıdır ve kişilere herhangi bir rahatsızlık vermez. Parmak izi tarayıcıları, kolaylıkla küçültülebilir ve düşük maliyetle çok sayıda üretilebilir. Bugün bazı ülkelerde sadece sol ve sağ işaret parmakları bile yeterli görülmektedir. Bununla beraber bazı insanların parmak izlerinin görüntülenmesi güçtür. Yeni teknolojilerle, parmak izlerinin görüntü olarak değil, kodlanarak saklanması da tercih edilebilmektedir.
Bilim ilerledikçe, biyometrik olarak kullanılabilecek insana has hususiyetler daha da artacaktır. Bu sebeple insan biyometrisi; çağın gerisinde kalmak istemeyen toplumların, araştırma ve geliştirme çalışmalarında ihmal etmemeleri gereken bir çalışma sahasıdır.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

► NİÇİN GÜLÜYORUZ?

Böyle de soru mu olur, tabii ki fıkralara, komik laflara ve olaylara gülüyoruz diyebilirsiniz. Ama araştırmalar olayın bu kadar basit olmadığını gösteriyor. Tabii sizler de haklı olabilirsiniz. Gülmek araştırmacılar tarafından yıllarca araştırıldığı kadar karmaşık olmayıp, ilkel atalarımızdan kalan, çevremize uyum ve sosyal hayatı paylaşmakla ilgili bir davranış biçimi de olabilir.
Bebekler doğar doğmaz içgüdüsel olarak ağlarlar ama ancak dört hafta sonra gülümsemeye başlarlar. Anne ve babanın bundan mutluluk duyduğunu hissettikçe bebeklerin gülmeleri fazlalaşır. Gülmek bir çeşit dışa vurum gibidir. Gülerken kalp atışı hızlanır, derin nefes alınır, beyin tarafından 'endorfin' denilen kimyasallar salgılanır. Endorfin ise vücudumuzda gerginliği, ağrıyı azaltır.
Gülmek de üzüntü veya öfke gibi bir boşalma yoludur, ancak bunun niçin böyle olduğu tam olarak bilinmiyor. Şüphesiz hepimiz güldükten sonra kendimizi daha iyi hissediyoruz. Gülerken bedendeki gerginlik, kaslardaki denetimin yitirildiği noktaya kadar azaldığından, sandalyeden düşebiliyoruz veya birçok olayda kendimizi tutamıyoruz.
Gülmek sosyal ilişkilerde mutluluğu paylaşmak gibi görülebilir ama her zaman mutluluk ifadesi değildir. Hepimiz patronumuzun yaptığı bir şakaya (pek komik olmasa bile) gülme eğilimindeyizdir. Yani güç, karşısında daima tebessüm eden yüzler görür.
Çok yüksek sesle gülmek, gelebilecek tehlikelere karşı sinirsel bir reaksiyon da olabilir. İki insan arasındaki bir mücadelede, bir oyunda güçlü olan zayıfı ezerken de gülebilir. Yani gülmek, gücün ve saldırganlığın bir göstergesi de olabilir. Gülerken insanın yüz ifadesinden mutlu olduğunu herkes anlar ama o yüz ifadesi ile arkasında yatan duygular arasındaki ilişkiyi psikologlar bile hala tam olarak izah edemiyorlar.
Hala bir müsabakayı kazanıp mutluluktan gülmesi gerekenlerin niçin gözyaşları içinde ağladıklarının, ağlaması gereken bir yerde bir insanın yine gözyaşları içinde kahkahalarla niçin güldüğünün sebebi anlaşılmış değildir. Ancak bu arada kahkaha ile gülmekle, gülümsemeyi ayırt etmek gerekir. Gülümsemek kesinlikle insanın, karşısındaki için iyi şeyler hissetmese bile kendisi için bir mutluluk ifadesidir.
Yapılan bir araştırmaya göre insanlar 50'li yıllarda günde ortalama 18 dakika gülerken, bu süre günümüzde 6 dakikaya düşmüş bulunmaktadır. Yetişkinlerin günde ortalama 60, çocukların ise 500 kez güldüğü ve bir gülüşün ortalama 6 saniye sürdüğü araştırmacılar tarafından saptanmıştır.

► İNSANLAR NASIL YÜZEBİLİYOR?

Bir cismin suyun üstünde kalabilmesi için sudan hafif olması gerekir. Ancak 120 kiloluk bir insanın suda çok rahat sırt üstü yattığını, çok zayıf bir kişinin ise suyun üstünde kalabilmek için debelendiğini çok kez görmüşsünüzdür. Burada önemli olan ağırlık değil yoğunluktur. Yani cismin hacim olarak bir santimetreküpü nün veya bir litresinin ağırlığıdır.
İki konuyu birbirinden ayırt etmek lazımdır. Yüzme bilmek insanın suda bir noktadan diğerine bir şekilde gidebilmesidir ki, bunu insanın karadaki yürümesine veya koşmasına benzetebiliriz. Suyun üstünde kalmak ise karada ayakta durmak gibidir. Doğuştan bu yetenek bize verilmiştir.
Suyun yoğunluğu, yani bir litresinin ağırlığı 1 kilogram olduğundan sadece 1,00 olarak gösterilir. Kemiklerimizin yoğunluğu 1.80, adalelerimizin 1.05, vücudumuzdaki yağların 0.94, ciğerlerimizdeki havanın ise 0.00'dır. Bu yoğunlukların vücudumuzdaki miktarlarına göre ortalaması alınınca, ortalama bir insanın vücudunun yoğunluğunun sudan biraz az olduğu görülür. Yani istesek bile suyun dibinde kalamayız, su bizi yukarı iter.
Bu sadece insanlar için geçerli değildir. Memeli hayvanların, koyunlar da dahil olmak üzere çoğunluğu suyun üstünde kalabilir. İnsanlarda çok adaleli olanlarla, bir deri bir kemik olanların yoğunlukları daha yüksektir ve suyun üstünde kalmaları pek rahat değildir. Kadınların vücutlarında erkeklere oranla daha çok yağ bulunduğundan, yoğunlukları nispeten azdır ve su onları daha rahat taşır.
Yüzme sporu yapanlarda ise durum farklıdır. Özellikle erkeklerin uzun boylu ve ince olmaları gerekir. Bu yapıda olanların vücutlarının yoğunlukları ortalama insandan daha fazladır ama onlar için önemli olan, suyu geri çekerek ileri hareketi sağlayacak olan kas gücü ve suya en az direnci gösterecek vücut yapısıdır.
Tuzlu su, tatlı sudan biraz daha yoğundur. Bu yüzden denizde yüzmek, tatlı su dolu bir havuzda yüzmekten daha rahattır ve tuzlu suda daha hızlı yüzülebilir. Bütün diğer kara sporlarının aksine, yüzmede kadınların performansı erkeklere çok yakındır. Şüphesiz bunun nedeni ise kadınların erkeklere göre yoğunluklarının daha az olması ve böylece suyun onlara sağladığı kolaylıktır.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

► TAŞIT (ARABA) TUTMASI NASIL OLUYOR?

Ne kadar hızla ve ne kadar uzak mesafeye gitmelerine bağlı olmadan, insanlar hareket halindeki vasıtaların içinde mide bulandırıcı bir rahatsızlık hissederler.
Dış kulağımızın görevi işitmeyi sağlamaktır ama iç kulağımız dengemizden sorumludur. Hareket halinde olduğumuzda, iç kulağımızın içindeki sıvı çalkalanır ve sinir sistemimiz vasıtası ile beynimize sinyal gider. Eğer arabanın içinde bir şey okuyorsanız veya arabanın içinde bir şeye bakıyorsanız, gözlerden beyine hareket halinde olmadığınız sinyali gider ama iç kulaklarınızdan giden sinyal farklıdır. O, vücudunuzdaki sarsıntıdan dolayı hareket halinde olduğunuzu bildirir. Bu iki sinyal arasındaki fark, halk arasında 'araba tutması' diye adlandırılan, mide bulandırıcı etkiye sebep olur.
Aslında dalgalı denizde seyreden bir gemideki insanı deniz tutması ne ise hareket halindeki bir arabanın içindeki insanı taşıt tutması da aynı şeydir. Denizdeki hareket tam anlamı ile üç boyutlu olduğundan etkisi daha fazladır. Baş ağrısı, baş dönmesi, nabızdaki artış ve mide bölgesindeki baskı hissi ile kusma ihtiyacı en belirgin özelliklerdir. Bunlara ilaveten deniz tutmasında, bulantıdan önce stres hormonları da salgılanmaya başladıklarından rahatsızlık ve panik hissi iyice kuvvetlenmektedir.
Arabada iken gözlerinizle, bir uzağa, bir yakına bakarsanız, bu taşıt tutma probleminize yardımcı olabilir. Bu nedenledir ki, arabayı kullananlarda taşıt tutması olayı görülmez. Çünkü araba, kullananın kontrolü altındadır. Sürücü arabanın ne zaman duracağını veya hızlanacağını, ne yöne dönüleceğini bilmektedir. Taşıt tutması gençlerde daha çok görülür, çünkü yaşlandıkça ve çok seyahat ettikçe, iç kulağın hareketlere karşı hassasiyeti azalır.
Bir görüşe göre, taşıt tutmasındaki denge bozukluğu, bulanık görme gibi belirtilerde beyine gönderilen sinyaller, zehirlenince beyine yollanan sinyallerle aynı. Bu nedenle de beyin mideye kusma ve içindeki zehri boşaltma emrini veriyor.
Taşıt tutmasına karşı önerilerimiz şöyle: Kitap okumayın, zihniniz başka şeylerle meşgul olsun. Olay aslında beyinde oluştuğundan, onu başka bir şeyle meşgul edin. Zihinsel veya kelime oyunları oynayın. Mide bozucu şeyler yemeyin, çok gerekirse bunun için üretilmiş ilaçları, kulak arkasına yapıştırılan bantları kullanın.
Uzakdoğulu doktorlar yüzyıllardır taşıt tutmasına karşı akupuntur tedavisi uyguluyorlar. Bu uygulamadan siyah ve beyaz ırktan insanların yüzde 50-60'ı etkilendiği halde Asyalıların hemen hepsi etkileniyor. Bu farkın da sinir sistemindeki bir genetik temele dayandığı sanılıyor.

9 Temmuz 2009 Perşembe

► BAZI İNSANLAR NİÇİN SOLAKTIR?

İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak bulunmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabilirdi, ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, kalıtımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyonlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil.
İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır.
Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri beynimizin sol yansının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yansının da idrak, yargılama, hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her iki yarısının da bir birinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü.
Solakların oranı hakkında çeşitli görüşler var. Genel görüş bunun 1/9 oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özdeşleştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar, aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.
Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır.
İngilizcede sol anlamındaki 'left' kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizcede kullanılan 'lyft' kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki 'right' ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçede de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır, hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği vardır.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

► İNSANLAR NİÇİN DONDURULARAK SAKLANAMIYOR?

Tedavisi günümüzde mümkün olmayan hastalan ölmeden önce dondurup, teknolojinin gelişip, tedavi imkânlarının bulunabileceği ileriki yıllara kadar saklamak, bilim insanlarının üzerinde çok çalıştıkları bir konudur ve bilim insanlarını bu araştırmalara iten sebep kurbağalardır.
Doğada bazı cins kurbağalar kış uykusu süresince donarlar; kalp atışları, nefes alışları ve kan dolaşımları tamamen durur. Hatta aort damarları kesildiğinde bile kanama olmaz. Buzlar çözüldükten sonra, önce kalp atmaya başlar ve kurbağa hayata geri döner.
Yapılan araştırmalarda kurbağaların aniden donmadıkları, 24 saat süresince kan ve hücrelerinin arasındaki su dondukça geriye donma noktası düşük bir tip antifriz çözelti bıraktıkları ve glikoz üretimlerini çok yükselttikleri tespit edilmiştir. Oysa insanda bu oranda şeker yükselmesine mani olacak birçok mekanizma vardır ve iyi çalışmamalarının sonucu ise şeker hastalığıdır. Bir memelinin hücresinin dondurularak saklanabilmesi için, hücrenin içinde oluşan buzun en az seviyede olması gerekir. Hücre içindeki suyun tamamen donması ölüme yol açar. Bunun için de dondurma işlemine hücre dışı sıvılardan başlanılmalı, sadece hücre aralarındaki ve kandaki su donmak, hücredeki zar ve proteinlerin yapıları bozulmamalıdır. Donmuş kan, besin ve oksijen taşıyamayacağından, metabolizmada ne gibi aksaklıklar görülebileceği hala bilinmemektedir. Ayrı bir sorun da suyun donduğu vakit genişlemesidir. Bu yüzden kan damarları parçalanabilir, doku yapısı bozulabilir, hücre zan yırtılabilir.
Aslında artık günümüzde insanın yumurta hücreleri, sperm ve beyaz kan hücreleri, deri ve korneası dondurularak saklanabilmektedir. Ancak bunların hücre sayıları çok azdır. Nakil için böbrekler ve karaciğer buz içinde saklanır ama bunun da süresi en fazla 2-3 gündür. Üstelik bu organlar soğuk ortamda saklanmakta ama dondurulmamaktadır.
Halen bir organ bile dondurulup saklanamadığına göre, bütün bir vücudu dondurarak saklama konusunda bilim insanları, pek iyimser değiller ama çalışmalar devam ediyor. Daha doğrusu insanı dondurup saklamak şüphesiz mümkün de, tekrar ısıtılıp canlandırmanın yolu henüz bilinmiyor.

7 Temmuz 2009 Salı

► VURGUN YEMEK NASIL OLUR?

İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil, inci, mercan, sünger gibi şeyleri çıkarıp, geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır.
Deniz seviyesinde hava basıncı 1 atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde, derine gittikçe, her 10 metrede basınç 1 atmosfer daha artar. 30 metre derinlikte su basıncı 3 atmosferdir, yani bu derinlikte vücudumuzun her santimetrekaresine suyun yaptığı basınç, yüzeye oranla üç mislidir.
Hiçbir gereç kullanmadan, 30 metre derinliğe inildiğinde, akciğer kapasitesi dörtte birine düşer, kan basıncı artar, vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar, bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir.
Ancak tüple dalışın da kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen, azot gibi gazlar, dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar.
Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa, basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz, ama özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek, damar tıkanıklığı, akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar.
Bu şekilde vurgun yiyenler, süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka önlem de vurgun yiyeni, aynı derinliğe tekrar indirmektir.
Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkmalı, hatta belirli derinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup, pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına 'yüzeye gelen en küçük bir hava kabarcığından daha hızlı çıkma' şeklinde öğretirler.

► JET-LAG OLAYI NEDİR?

Bütün hayvanların vücutlarının, uyuma, vücut ısısı, üreme zamanı gibi periyodik fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu iç saatlerin çoğu, kendi fonksiyonları için kendi zaman dilimlerinde çalışır, ancak ışık ve sıcaklık gibi dış etkenlerden de etkilenir.

Eğer İstanbul'dan New York'a uçarsanız, sizin vücut saatiniz hala İstanbul'a ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12.00’de havalanır, 8 saatlik bir uçuştan sonra New York'a varırsanız, vücut saatiniz 20.00’dedir ama New York saat 13.00'ü yaşamaktadır. Vücudunuzun saati ortama göre 7 saat ileridedir. Karnınız acıkacak, biraz sonra uykunuz gelecektir ama akşam olmasına bile daha 7-8 saat vardır.

İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma, gecikmedir. Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgunluk duyulmakta, özellikle okuma, araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir.

Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığından, dünya yüzeyi kuzeyden güneye her biri 1 saatlik 24 zaman bölgesine bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile New York arasında 7 zaman bölgesi vardır ve aynı anda İstanbul'da saat 14.00 iken, New York'ta sabah 07.00’dir.

NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine, yani bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün almaktadır. Bu durumda İstanbul'dan New York'a gidince vücut kendini ancak 7 gün sonra adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil, kaç zaman bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe, aynı zaman bölgesinde kuzey-güney mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir.

Jet-lag olayının doğuya doğru mu, yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok görüldüğü tartışma konusudur. Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına ve yaşam düzeyine bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda, çoğunluğun doğuya doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu, insanın vücut saatini hızlandırmada, yavaşlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir. Küçük çocukların pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise günlük yaşantısı düzenli ve rutin işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki havanın kuru olması, seyahat süresince hareketin kısıtlı olması, içki içilmesi, yeterli sıvı içecek alınamaması, farklı iklimde farklı yemekler, insanlarda jet-lag'a karşı direnç kırıcı diğer etkenlerdir.

2 Temmuz 2009 Perşembe

► VÜCUDUMUZ, ISISINI NASIL AYARLAR?

Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da 'hipotalamus'tur. Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal vardır.
Çevre ısısının artması ile beyin, ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince kanallar vasıtası ile, deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır. Aynen esen bir akşam rüzgârından, serinletici bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur.
Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri de yüzümüzde, ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun bir şekilde soğuması sağlanmış olur.
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terlerken, bazıları da bir rahatsızlık belirtisi göstermez, hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz günlerini severken, kimileri de kapalı, puslu kış günlerini sever. Peki, bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba?
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı, daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan, 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre, çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır.
Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere ayarlanmış insanlar, düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat hissederler.

30 Haziran 2009 Salı

► NİÇİN UYUYORUZ?

İşte hayatımızla ilgili son derece önemli bir soruya bir sürpriz cevap daha! 'Hiç kimse bilmiyor.' Cevabın kolay olduğunu, uykuda enerjimizi şarj ettiğimizi söyleyebilirsiniz, ama bilimsel araştırmalar bunu göstermiyor. Yapılan araştırmalarda, İngiltere'de 70 yaşında bir kadının, her gece bir saat uyuyarak, hatta bir keresinde 56 saat uyanık kaldıktan sonra sadece 1,5 saat uyuyarak ertesi gün tam performans ile hayatını sürdürebildiği gözlemlenmiştir.
Aslında normalde, hepimizin bildiği gibi, bir gece dahi uyumasak, ertesi gün adrenalin nedeni ile bütün aktivitelerimiz yavaşlamaktadır. İki gece üst üste uyumayan insanda ise durum daha kötüdür. Dikkat ve yoğunlaşma düşer, hatalar artar.
Üç günden sonra insan hayal görmeye başlayabilir, düşünce berraklığı kaybolur. Daha sonra ise artık insan gerçekle ilişkisini keser. Fareler üzerinde yapılan deneylerde bir canlıyı uyanık tutmaya çalışmakla ölümüne neden olunabileceği ispatlanmıştır. Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler gözlemlenmiştir. Uyku süresince oluştuğu gözlemlenen diğer iki olaydan biri çocukların büyüme hormonlarının gelişmesi, diğeri ise bağışıklık sistemimiz için gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır.
Fakat soru hala yerinde duruyor! 'Niçin uyuyoruz?' Kimse bilmiyor. İşte size çeşitli teoriler.
Uyku, insana kaslarını ve diğer dokularını onarma, yaşlanan veya ölen hücrelerini yenileme şansı verir.
Uyku, insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme, gereksizleri unutma ve arşivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır.
Uyku, enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde 4-5 kez yerine üç öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey yapamayacağımızdan, anahtarı kapatarak enerji tasarrufu yaparız.
Uyku, bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji harcanmasını kısarak, beyin hücre aktiviteleri için gerekli olan enerjiyi artırabilir.
Uyku hakkında tüm bildiğimiz, geceleri iyi bir uyursak, sabahları kendimizi iyi hissettiğimiz, hem vücudumuzun, hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini tazelediği olgusudur.

29 Haziran 2009 Pazartesi

► NİÇİN GIDIKLANIYORUZ?

Gıdıklanmak rahatsız edici olduğu kadar eğlendiricidir de. Başkaları tarafından, hatta bazen dokunulmadan gıdıklanırız, ama kendi kendimizi gıdıklayamayız. Bazıları gıdıklanmaya karşı çok hassasken bazıları etkilenmez bile.
Bir insan gıdıklanınca, derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifcikleri harekete geçer. Özellikle tüyle okşama, böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifcikler, sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beyinin gıdıklanmaya tepkisi, kaşınmaya olan tepkisi gibi, gönülsüz yapılan bir tepkidir.
Gıdıklama ile kan basıncı artarken, nabız ve kalp atışı hızlanır, beynin uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar psikolojik yanı da vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de sürdürüldüğünde korku ve paniğe dönüşebilir.
İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler, ayak altı, avuç içi ve koltuk altı gibi bölgelerdir. Bunun nedeni, buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden, hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin, elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyarılara öncelik verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda beyin bu noktalardaki hassasiyeti azalttığından gıdıklanamayız.

► RENKLERDEN NASIL VE NİÇİN ETKİLENİRİZ?

Renklerin insan davranışını ve psikolojisini önemli ölçüde etkilediği bugün kesinleşmiştir. Kanada'da bir okulda yapılan deneyde, odaların renk ve ışık düzenlerinin değiştirilmesi ile bazı öğrencilerin zeka düzeylerinin ve disiplin sorunlarının olumlu biçimde etkilendiği tespit edilmiştir. Ancak insan gözünün ışık ve rengi algılayan ağ tabakasının görme sinirleri vasıtasıyla bunu beyne ilettikten sonra beyinde nasıl fizyolojik etkiler yarattığını renkbilimciler henüz açıklayamıyor.
Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeşit görme hücresi aracılığı ile taranır. Silindir veya çomak şeklinde olanlar ışığı, koni şeklinde olanlar ise rengi algılar. Gözümüzde 7 milyon konik ve 100 milyon kadar silindirik hücre vardır.
Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında, ışığa duyarlı silindirik hücreler ise kenarında daha yoğundur. Bu nedenle gece gökyüzünde gözümüzün kenarından gördüğümüz bir yıldızı, ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü burada ışığa hassas silindirik hücreler daha az olduğundan görüntü kaybolur. Aynı şekilde gözümüzün kenarıyla baktığımız şekillerde renkler kaybolur.
Yapılan deneylerde, pembe renge bakan kişilerin rahatladıkları, kırmızı, turuncu ve sarı gibi sıcak renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği, nabzın ve solunumun hızlandığı, terlemenin çoğaldığı, mavi rengin ise tam tersi etki yarattığı belirlenmiştir.
Araştırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini, bunu kırmızı ve yeşilin takip ettiğini göstermektedir. Erkekler yeşil, deniz mavisi, turuncu ve koyu mor renkleri tercih ederken, kadınlar firuze yeşili, açık mavi, pembe gibi açık-uçuk renkleri, çocuklar ise mavi, kırmızı, yeşil, sarı ve turuncu gibi canlı renkleri daha çok sevmektedirler.
Bir binada sarı renge boyanmış bir tavan, odayı daha yüksek, sarı renkli duvarlar ise daha geniş gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması, beyaz rengin hastalarda yarattığı hüzün duygusunu azaltır. Ayaküstü hazır yiyecek satan dükkânların duvarları iştah açtıran portakal rengine boyanırken yarış arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler tercih edilir. Aslında bir renk olmayan, daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik rengidir.
Kırmızı renk kan rengidir, asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur. Trafik ışıklarında 'dur' sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur. Ameliyathanelerde, bulaşan kan rengini belli etmeyeceği için mantıken kırmızı giysi kullanılması gerekirken, teskin edici mavi ve yeşil renkler tercih edilir.

► SAÇLARIMIZ NİÇİN UZUYOR?

Vücudumuzdaki kılların çok önemli görevleri vardır. Saçlarımız başımızı yazın güneşten, kışın soğuktan korurlar. Kaşlarımız terimizin, kirpiklerimiz küçük parçaların gözümüze girmelerine engel olurlar. Burun ve kulaklarımızdaki kıllar tozların girmesini önler. Vücudumuzdaki diğer kıllar ise derimizi serin tutar, ısı kaybını önler.
Bizler sadece saçımızın, sakalımızın, koltukaltlarında ve genital bölgelerimizdeki kılların uzadığını, kollarımız, bacaklarımız ve diğer yerlerdeki kıllarımızın uzamadığını düşünürüz. Gerçekte saçımız da uzamasını bir süre sonra durdurur ama bunun için bayağı uzun bir süre geçer.
Vücudumuzdaki kılların her biri topraktaki çim gibi, derimizin altındaki kendi torbasında yetişir ve büyür. Bu torbalardaki yeni saç hücreleri kılların köklerini oluşturur. Yeni hücreler oluştukça, eskilerini torbalardan dışarı iterler ve bu hücreler dışarı itildikçe canlı olma özelliklerini kaybederler, yani ölürler ve de kıllarımızın ve saçlarımızın bizim görebildiğimiz kısmını oluştururlar.
Vücudumuzun hangi kısmında olduklarına bağlı olarak, kıl torbasında belirli bir sürede yeni kıl hücreleri üretilir. Bu süreye 'büyüme süreci' denir. Sonra büyüme bir süre için durur. Buna da 'durma süreci' denir. Bu sürecin de sonunda kılların yine büyüdüğü 'büyüme süreci' gelir ve bu böyle devam eder, gider.
Durma sürecinde kıl kopar ve alttan gelen bir yenisi yerini alır. Yani bir kılın veya saç telinin ulaşabileceği en uzun boyutu bu büyüme sürecinin uzunluğu belirler. Kollarımızdaki kılları oluşturan hücrelerin büyüme süreci birkaç ay olarak programlanmıştır. Bu nedenle kıllar kısa bir süre içinde uzar, bir santimetre civarında bir uzunluğa geldiklerinde artık uzamazlar, belirli bir sürenin sonunda da alttan yenileri gelir.
Diğer taraftan saçlarımızın büyüme süreci iki seneden altı seneye kadar değişir. Eğer kesmezseniz bir metre hatta daha da fazla bir uzunluğa ulaşabilir. Saçlarımız üç aylık bir uzamanın ardından bir durma evresi geçirir ve bu sırada alttan gelen yeni saçlar eskilerini atar, yani dökülmelerine sebep olur. Bunu banyo yaptıktan sonra lavaboya dökülen saçlarınızdan anlayabilirsiniz. Bu yolla bir insan her gün 70-100 arasında saç teli döker.
Saç ve kıllarımızın her birinin büyüme ve durma süreçlerine başlama zamanları farklı olduğu için, hepsi birden aynı anda dökülmediklerinden devamlı olarak başımızda saç, vücudumuzda kıl olur. Hayvanlarda bu süreçler aynı zamanda başlayıp bittiğinden onlar yılın belirli zamanlarında tüylerini dökerler.

24 Haziran 2009 Çarşamba

► NEDEN ESNERİZ?

Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında esnemenin ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak bilinememektedir.
Önceleri esneme, insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda, esnemenin, solunum olayına kısa bir destek verdiği, ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.
Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer.
Sadece insanlar değil, kediler, kuşlar, fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi, aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi olabilmektedir.
Yapılan araştırmalarda, hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri, insanların ise, tersine dış uyanlarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır.
Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de, canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de, sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi, organizmanın kendini sakinleştirmesidir.
Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen şekillenmenin, diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak, onun gibi bir şey.
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk insanlardan kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız akşamları ateşin etrafında topluca otururken grubun lideri tüm dişlerini göstererek esner, oturumu kapatır, artık gecenin başladığı, herkesin sabaha kadar yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüş birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi.
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.

22 Haziran 2009 Pazartesi

► ALKOL NASIL VE NİÇİN SARHOŞ EDER?

İlk yudumla birlikte, alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra, ciddi miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana karışması en çok ince bağırsaklarda olur.
Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol, derhal merkezi sinir sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra beyne geçerek sinir hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.
İçmeye devam edilirse, beyindeki görme, denge, konuşma ve muhakeme ile ilgili sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini yenebilmek için, kalp kası zorlanır ve nabız artar.
Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse, alkolün kandaki oranı alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır, solunum yetmezliği nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.
Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10 saat sürer.
Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar. Yapılan araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori ihtiyacının yüzde l O'unu alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu oran yüzde 50 olup ciddi beslenme bozuklukları görülür.
Alkol karaciğer yetmezliği yanında, kalp hastalığı ve kanser riskini de artırır. Beyinde hücre kaybına yol açar, uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon artar, psikiyatrik bozukluklar başlar.
Ama alkolün en büyük etkisi, sağlığı bozmasının yanında, aileleri ve arkadaşlıkları parçalaması, hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır.

16 Haziran 2009 Salı

► SAÇLAR NEDEN AĞARIR?

Erkek ve bayanlar için bazen kabus olabiliyor… Aslında bir saç teli, ortası boş olan ve içinde melanin denilen boya pigmentleri bulunan bir tüpten başka bir şey değildir. Genç yaşlarda bu boşlukta saça renk veren melanini bir arada tutan bir sıvı vardır. Yaşlandıkça derimiz saçlarımızı ve vücudumuzdaki diğer kılları eskisi gibi sağlıklı olarak üretemez. Kılların ortasındaki sıvı kaybolur, boya hücreleri de tutunamadığından sadece hava kalır. Saçlar boyasız hale gelir, beyaz renge yani asıl rengine dönüşür.
Bütün saçlarımızın beyaza dönüşme süreci 10 ila 20 yıl sürebilir. Aslında her bir saç telinin rengi ya siyahtır (sarı, kırmızı, kumral vs.) ya da beyaz. Yani her bir saç teli yavaş yavaş grileşip beyazlanmaz. Ancak bu süreç içinde hepsi aynı anda beyazlanmadığından, beyazların sayısı arttıkça bütün saç gittikçe açılan gri renkte görülür. İşin ilginç tarafı boya hücreleri bazen üretime hız verirler. Gittikçe beyazlaşan saçlar geçici bir süre tekrar biraz koyulaşmış gibi görünebilirler.
İnsanlar arasında bir şok veya aşırı gerilim geçiren birinin saçlarının bir gecede beyazlaştığı, bir süre sonra da tekrar eski rengine döndüğü söylenir. Hatta bazı tarihçiler Kraliçe Marie Antoinette’nin giyotine gideceği günün gecesinde saçlarının hepsinin bembeyaz olduğunu yazarlar.
Saçların devamlı olarak uzadığı, belirli bir süre sonra dökülüp alttan yeni saç geldiği hatırlanacak olursa, mevcut saçın değil, ancak yeni gelecek saçın beyaz olabileceği, dolayısıyla saçların bir gecede beyazlaşmasının mümkün olmadığı görülüyor. Ancak bilim insanları bu olayın birkaç haftalık bir süreçte olabileceğini söylüyorlar.
Tiroid bezi, şeker gibi hastalıklarda ve aşırı stres veya şok gibi durumlarda kişinin renkli saçları bu süreçte tamamen dökülebilir ve geriye sadece daha önceden beyazlaşmış saçlar kalabilir. Diğer saçlarla birlikte beyazların yerine de daha gür ve siyah saçlar çıkabilir. Saçların beyazlaşması insanlık tarihinde nedense hep sorun olmuştur. Kimileri onu olgunluğun ve bilgeliğin simgesi olarak görürken, tarih boyu savaş kahramanları, yaşlılığın ve güçsüzlüğün belirtisi olarak görmüşler ve bir şekilde saçlarını boyamışlardır.
Bu arada bir şeyi daha belirtelim; saçlarımızın kıvırcık, dalgalı veya düz olmasını da ebeveynlerimizden aldığımız genler belirliyor. Kıvırcık bir saçı kestiğimizde kesitinin dikdörtgene yakın olduğunu, dalgalı saçın elips, düz saçın kesitinin ise daire olduğunu görebilirsiniz. İşte bu saç kesitlerinden dolayı bazı saçlar dümdüz uzarken bazıları hemen kıvrılmaya başlar. Kıvırcık saçlılar, saçlarınızı boşuna ütülemeyin, saçın yapısını yani kesitinin şeklini değiştirmeden kalıcı bir düz saça sahip olmanız mümkün değil.

13 Haziran 2009 Cumartesi

► AĞRI NEDİR, NASIL OLUŞUR?

Ağrı olayı, ince sinir sistemimizle, beyin, kas sistemimiz ve dolaşım sistemimizle doğrudan ilgilidir. Ancak bu iletişimin sırları tam olarak çözülebilmiş değildir. Ağrı, doktorun hastalığı teşhis etmesine yardım eder, öyleyse faydalıdır. O zaman kadınlar niçin ağrılar içinde doğum yapar? Niçin çok ciddi bazı hastalıklarda ağrı hiç ortaya çıkmaz?
Ağrılar dört sınıfa ayrılır. İlk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. İlki, Parmağımıza inen bir çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. İkincisi vücudumuzun içinden kaynaklanan, romatizma, migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar, tuhaf ve mantıkdışı görülen ve olaydan çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilen ağrılardır. Örneğin, bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda ağrı hissedilmesi olayları ile karşılaşılmıştır. Dördüncü sınıf ağrılar ise, doğrudan kişinin ruhsal hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni hayali de olsa ağrı gerçektir. Bu tip ağrıların yüzde 30'unun ilaç niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği bilinmektedir.
Baş ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan araştırmalara göre, baş ağrılarının yüzde 90'ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası ya da omuz çantası taşımak, telefonu çenenin altına sıkıştırarak konuşmak, başın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve okumak gibi hareketlerin boyun ve baş kaslarım etkilemesi, baş ağrılarının en yaygın nedenlerini oluşturmaktadır.
Tarih boyunca ağrıyı gidermek için, sıcak su, kızgın demirle dağlama gibi başka bir ağrı uygulama da dahil olmak üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Bunların ortaya koyduğu en önemli yarar, ağrının, oluşum ve engelleme mekanizmasının omurilikte değil, beyinde bulunduğunun saptanması olmuştur.
En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde ortadan kalkması, ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu gösterir. Örneğin kimi kazalardan sonra kendileri ile konuşulan yaralı kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri çok görülür.
Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç, haşhaştan elde edilen morfin ile söğüt kabuğundan elde edilen aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine, ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.

12 Haziran 2009 Cuma

► İNSANLAR KIZGIN KÖMÜR ATEŞİ ÜZERİNDE NASIL YÜRÜYEBİLİYORLAR?

Televizyonda seyretmiş, gazetelerde okumuş belki de bizzat şahit olmuşsunuzdur. Bazı insanlar kızgın korlar üzerinde, üstelik de çıplak ayakla yürüyebilmekte, ayaklarına da bir şey olmamaktadır. Bu 3-4 metre uzunluğundaki ateş yığınım hiç acı çekmeden ve yara almadan yürüyerek geçenler bunu nasıl ve niçin yapıyorlar, kendilerini nasıl hissediyorlar?
Ateş yürüyüşü Hindistan, Japonya, Güney Afrika, Endonezya, Tahiti gibi yerlerde binlerce yıldan beri dini geleneklere dayanarak uygulanagelmiştir. Günümüzde ise gösteri ve psikolojik tedavi de dahil bir çok amaçla uygulanmakta, bu konuda bilimsel toplantılar ve seminerler düzenlenmektedir. Psikolojik tedavi amacı ile uygulayanlar asıl amacın ateşin üzerinden yürümeyi başarmak değil, bunu başardıktan sonra güven duygusu ile özel hayatta ve iş yaşamında da başarılı olmak olduğunu söylüyorlar. Önemli olanın ateşe hükmetmek değil, güvenemediğimiz her şeyin üzerine cesaretle gitmek olduğunu savunuyorlar.
Peki nasıl oluyor da ateşte yürüyenlerin ayaklarına bir şey olmuyor? Olaya ruhsal bilinç değil de bilimsel açıdan yaklaşanların değişik görüşleri var. Bir görüşe göre 200 - 300 derece sıcaklıkta ayak tabanları normalden çok ter atmakta, bu ter tabakası koruyucu bir örtü oluşturmaktadır.
Nasıl kızgın bir tava üzerine düşen su damlası, aralarında oluşan buhar tabakası nedeniyle hemen yok olmaz, tava üzerinde zıplayıp durursa, onun gibi bir şey. Ancak ayak tabanı ile kızgın kömürler arasında böyle bir şeyin oluşması mümkün görülmüyor.
Bir diğer görüşe göre önemli olan ayağın kömürler üzerine basış süresidir. Buna göre yüksek sıcaklıklar, çok kısa bir sürede etkili oldukları zaman acı vermiyorlar. Deri yüzeyindeki alıcılar ısıya oldukça yavaş reaksiyon gösterdiklerinden 0,3 saniyeden kısa bir sürede etkili olan 500 derecelik bir sıcaklığı yalnızca 2 derece olarak algılıyorlar. Bu nedenle ateş üzerinde yürüyenler işin tekniğini biliyorlar ve çok hızlı hareket ediyorlar, böylece ateşe basış sürelerinin çok kısa olmasını sağlıyorlar.
Ama bu görüş de tam tatminkâr değil. Basış süresi 0,3 saniyeyi geçmesine hatta 7 saniyeyi bulmasına rağmen ayakları yanmayan yürüyücüler de var. Ateş üzerinde çorapla yürüyenlerin ayaklarının duyarsızlığı trans hali ile açıklansa bile bu, çorapların nasıl olup da yanıtladığını açıklayamaz.Yürüyüş sırasında beynin acıyı bastıran ‘endorfin’ gibi maddeleri salgıladığı doğrudur ama bu da ayak taban derilerinin nasıl olup da yanmadığına açıklık getirmez.
Psikologlara göre ateş yürüyüşü henüz bilimsel yöntemlerle tam açıklığa kavuşturulabilmiş değildir. Hiç bir dini inancı olmayanlar da dahil, ateşte yürüyenlere kendilerinin bu gücü nereden aldıkları sorulduğunda, tümü aynı cevabı veriyor: İnanç.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails